Kazdağı Eteklerinde Bir Sonbahar Yürüşüyüne Davetlisiniz!

Eylül ayının ilk günleri. Altınoluk’tayız. Sevgili teyzeme misafiriz bugünlerde.  Şöyle Ege usulü, maharetli teyzemin elleriyle hazırlanmış kuvvetli bir kahvaltının ardından, vakit kaybetmeden sahile koşuyoruz. Bu yıl denizle buluşmamız ancak bu tarihte olabildi.  Bu dönemde denizin çok keyifli olduğunu hep okurdum. Doğanın sonbahara hazırlandığı yılın bu zamanında, denizle buluşmak, gerçekten başka bir güzellik vaat ediyormuş, bu yaşımda deneyimlemek nasip oldu. Mutluyum. Hatta, gelecek yılın yaz tatili planlarını bile değiştirmeyi konuştuk aramızda.

Deniz suyunun, yazın yorgunluğunu alan müthiş bir etkisi olduğu şüphesiz. Kışın dünyaya geldiğim için midir bilmiyorum ama, sıcak havalar beni oldum olası hep yormuştur. Ancak bugünlerde hep tuhaf bir enerjiyle dinçleştiğimi hissederim. Yazımı 0kurken, aranızda, bu sözlerime hafifçe gülümseyenler olduğunu görebiliyorum. Her mevsimin ayrı bir ‘fan grubu’ var değil mi ama?..  Sözü çok uzatmadan… Ilık, öyle çok yakmayan bir güneş, hafifçe rüzgarda salınan ulu ağaçlar, canlılığını henüz yitirmemiş pastoral renklerde bir sonbahar tablosu bu yılki Altınoluk ziyaretimden hafızama kazınan. Hadi gelin! Tarihi, efsaneleri ve doğal güzellikleriyle her mevsim farklı deneyimler sunan bu yörede birlikte günübirlik bir geziye çıkalım sizinle! Sonbahar güneşinde usulca parıldayan körfez denizi, çevreye tarifsiz kokular yayan incir, nar, zeytin ve çam ağaçları da eşlik etsin gezimize…

 

 

 

 

 

 

 

 

Başlangıç noktamız Antandros..

Balıkesir ile Çanakkale arasında yer alıyor Altınoluk. Haliyle, ikliminden bitki örtüsüne, betimleyici her özelliğinde Ege ve Marmara karışımı esintiler taşıyor. Özellikle yaz aylarında canlılığını sürdüren Altınoluk, zeytinlikler içinde yer alan, sakin, şirin mi şirin bir sahil kasabası.

Bugüne dek hep zeytinle, zeytinyağının altın sarısı rengiyle anılan yöre, aslında arkeolojik birikimi ile parlayan bir yıldız olmaya aday. Bilgilendirici tabelalar ne kadar yeterli, orası epey tartışmalı ama, ben söyleyeyim, bugünkü İzmir-Çanakkale asfaltı Antandros Antik Kenti üzerinden geçiyor. Edremit’ten Çanakkale’ye doğru yol alırken, biraz hız kesip, başınızı da hafif sağa çevirirseniz kazı alanının soluk renkli tabelasını görmeniz mümkün olabilir. Lütfen fark edin, hatta ‘burası da neymiş’ diye merak edin ve içeri girin. Çünkü arkeolojik kazı buluntuları burada, yani yerinde sergileniyor.

Antandros, antik kaynaklarda çok farklı kökenlere dayandırılıyor.  Lesboslu antik şair Alkaios Antandros’un bir Leleg yerleşimi olduğunu, Herodotos ise kenti Pelasgların kurduğunu söyler. Bu iki halkın Bronz Çağı’nda yaşayan Yunanistan ve Batı Anadolulu yerli halklar olduğu bilinmektedir. Bu durumda kentin varlığı Aiol kolonizasyonundan önce, M.Ö 2000’e kadar geriye gitmektedir.  Bir diğer antik yazar Vergilius ise kentten Phyrg yerleşimi olarak bahseder. Skepsisli Demetrios da şehrin Troas Kilikiasında olduğunu ifade eder. Stephanos Byzantios ise Antandros’u Kimmerlerin ele geçirdiğini, kente 100 yıl kadar hakim olduklarını ve bu yüzden kentin bir diğer adının ‘Kimmeris’ olduğunu ileri sürer. Aristotales ise kenti Trakya kökenli Hedonislilerin kurduğunu ve adının “Edonis” olduğunu söyler.

Antik dönem coğrafyacısı Strobon ise, Antandros kentinin bulunduğu coğrafya hakkında şöyle bilgi verir:Lekton’dan Kanaia’ya kadar olan kıyıya ‘Adramytteion Körfezi’ (Edremit Körfezi) denmektedir. Bu körfezin başlangıç noktasını oluşturan burun üzerinde Gargara (Küçükkuyu) yer alır. Gargara’dan sonra iç kısımda Antandros, bunun da yukarısında Paris’in hakemlik yaptığı söylenen Aleksandreia Dağı bulunur. Ayrıca İda Dağı (Kazdağı)’ndan gelen kerestelerin pazarlandığı Aspaneus da burada yer alır. Daha sonra içinde Astyrene Artemis’i için kutsal bir alan bulunan Astyra köyüne gelinir. Astyra’nın yakınında Atinalılar tarafından kolonize edilmiş ve hem bir limanı hem de bir deniz üssüne sahip olan Adramytteion (Edremit) kenti yer alır.”

Yörede ün salmış olan diğer antik yerleşimlerle, Homeros’un İlyada ve Vergilius’un Aeneas Destanı ile keskin bağları olan Antandros’un kazı çalışmaları, halen Ege Üniversitesi Arkeoloji Bölümü ve Balıkesir Müzesi’nin ortaklaşa çalışmalarıyla yürütülmektedir. M.S. 4. yüzyıla tarihlenen taban mozaiği ve duvar freskleriyle göz kamaştıran, Yamaç Evi/ Roma Villası ve M.Ö 8. yüzyıldan M.Ö 1. yüzyıla kadar kesintisiz olarak kullanıldığı anlaşılan, farklı mezar tiplerine ve geleneklerine ev sahipliği yapan Nekropolis ziyaret etmeniz için önereceğim alanlar. Ben özellikle Nekropolisi çok etkileyici buldum.  Çanakkale asfaltının yaklaşık 30 metre kuzeyinde kalan Nekropolisin bir kısmı, ne yazık ki, kültürel mirasımıza saygısızlığımızın canlı bir göstergesi olarak, bugün hala üzerine umursamazca inşa edilmiş olan modern binaların altında yer alıyor!

Yine bu alanda, Antandros ile Gargara (Küçükkuyu) şehirlerini birbirine bağlayan, sıkıştırılmış topraktan yapılmış antik bir yol açığa çıkartılmış.  Mezarlar bu yolun iki yanına doğu-batı doğrultulu düz bir hat üzerinde yerleştirilmiş haldedir. Bugünkü Edremit-Çanakkale yolu güzergahı da günyüzüne çıkan bu antik yolun yaklaşık 40 metre güneyinden geçmektedir.

Tarihi kaynaklarda Peloponnesos Savaşı’nın sonucunu belirleyecek olan bir dizi olay içerisinde Antandros’tan da bahsedilmektedir. Bu dönemde Attika-Delos Deniz Birliği’ne üye olan ve kendi adına ilk kez sikke basan kent, sırasıyla Lesbos, Atina, Sparta ve Pers İmparatorluğu kontrolüne girer. Bir süre kendi bağımsızlığını ilan ettikten sonra, Pergamon Krallığı’na bağlanır. M.Ö 2. yüzyılda tüm Anadolu ile birlikte Roma hakimiyetine giren Antandros, gemi yapımcılığının getirdiği zenginlikle giderek gelişir. Askeri bakımdan stratejik konumda olduğu anlaşılan Antandros hakkında bilgi veren bütün kaynaklar, kerestenin önemli bir ihraç ürünü olduğu antik dönemde kentin ünlü tersanelere sahip olduğu konusunda hemfikirdir.

 

Şimdi gelelim Altınoluk’un diğer güzelliklerine…

Roma’nın Anadolu’ya girmesinden sonra tüm Anadolu gibi Roma İmparatorluğu egemenliğine giren Antandros, Hıristiyanlık döneminde bir piskoposluk merkezine dönüşür. Orta Çağ'daki Arap akınlarından kaçan olan halkın korunmak amacıyla bugünkü adı “Şahinkale” olan surla çevrili, sarp kayalık üzerine taşındığı anlaşılmaktadır. Yerleşim alanı 16. yüzyılda, bugünkü Altınoluk beldesinin eski köy yerleşiminin bulunduğu alana taşınmış ve piskoposluk merkezi olan yerleşme “Papazlık” adını almıştır.

Bugün ise, her mevsim “sakinlik” arayışınıza çare olabilecek nitelikteki sahilin hemen yukarısındaki bu eski köy, sokaklarında yürüdüğünüzde, Rum ve Türk nüfusun sivil mimariye bıraktıkları eserlerle nostaljik bir hikayeye götürüyor sizi… Köy meydanındaki çınar ağaçlarının altında bir kahve yudumlamadan, temiz havayı iyice içinize çekmeden dönmemenizi öneririm. Kış aylarında sıklıkla aklımıza düşen ‘bitki çayları’ için, yerli halkın tazecik toplayıp sattığı ürünlerden stoklamak da fena fikir olmayabilir, ne dersiniz?

Kazdağı efsaneleri ışığında...

“Bir varmış, bir yokmuş. Troya diye bir şehir, Priamos diye bir kral, Hekabe diye bir kraliçe varmış. Bu şehrin kuruluşu ne kadar uğurlu olmuşsa, yıkılışı da o kadar yürekler acısı olmuş, bu kralla kraliçenin ömrü ne kadar mutlu başlamışsa, o kadar acıklı bitmiş. Bütün bu dertler, belalar da bir oğlan, İda Dağı’nın çobanı Paris Aleksandros yüzünden. Ama bu şehir, bu kralla kraliçe ve bu uğursuz oğlan eşsiz bir mutluluğa ermişler bir bakıma, çünkü büyük bir ozan onları büyük bir destanla ölümsüz kılmış. Ozanın adı Homeros, destanınki ise İlyada. İda Dağı’na biz bugün Kazdağı diyoruz.”

Betonarme yapılaşmanın içine sıkışıp kaldığımız şehirlerde bir mevsimin başka bir mevsime dönüşümünü izlemek giderek daha imkansız hale gelirken; öte yanda doğayla yakın temas kurabileceğiniz henüz kalabalığa boğulmamış beldelerin varlığı nasıl da çekici geliyor aklıselim olana… İnsan en çok geçiş mevsimlerinde seyahat etmeli bence. Hiç değilse, sadece aldığı her nefesi borçlu olduğu doğayı daha iyi anlamak için seyahat etmeli! Efsanevi Kazdağı’nı karşıdan görür görmez aklıma düşenler işte bunlar…

Sonbaharın nefaseti en çok da hayatımıza, yaşam alanlarımıza getirdiği renklerde gizlidir. Bakıyorum da şimdi, bu mevsim Kazdağı’na ne çok yakışmış! Nasıl da yaşam gücü veriyor insana!.. “İda Dağı Homeros’un anlattığı çağda, yüksek dorukları bulutları delen, kayalarının arasından binbir pınar fışkıran, ormanlarında, aslanlar, parslar dolaşan ve yamaçlarında, at, sığır ve koyun sürüleri otlayan yemyeşil bir dağ imiş. Öyle kocaman, öyle güzel bir dağ ki, tanrılar bile Olympos’tan gelip gelip İda’ya konarmış...” Ve Troya efsanelerinin en güzelleri bu dağ ile ilgilidir” der Azra Erhat. Burayı görüp de yazara katılmamak mümkün değil.

Gelelim, Kazdağı eteklerinde kurulu güzel belde Küçükkuyu’ya. Şüphesiz, Çanakkale’nin şanslı bir beldesi. Doğanın eşsiz güzelliklerini bahşettiği, körfeze hakim Yeşilyurt ve Adatepe köyleri de bu belde sınırları içinde yer alıyor.  Kültür Bakanlığı tarafından koruma altına alınmış olan bu köylerin sokaklarında, arnavut kaldırımlı yokuşlarında dolaşırken başınızı çevirdiğiniz her yanda ayrı bir güzellik göreceksiniz. Doğal doku ve taş mimari orjinalliğini korumaya devam ediyor. Bu köylerde her şey birbiriyle ahenk içinde yaşıyor! Sanki zaman normalden daha yavaş akıyor gibi…  Bir süre sonra, kendinizi sessizliği dinlerken buluyorsunuz.

Yeşilyurt’un meydanında yer alan Yeşilyurt Köyü Camii oldukça özel bir mimari eser. Anmadan geçemeyeceğim. Yapımında Rum taş ustaları görev almış. Böylece Rum ve Türk kültürünü harmanlayan renkli bir eser ortaya çıkmış. Mutlaka içine girin ve keşfedin derim. Fıstık yeşili renkte, kısa boylu Roma usulü sütunlar ile hemen her detaya işlenmiş olan kırmızı ve beyaz renkteki ay-yıldız deseni akılda kalan orjinallikte…

Adatepe’de ise Zeus Altarı ününü korumaya devam ediyor. ‘İda Dağı efsaneler dağıdır’ demek yanlış olmaz.  Tanrı Zeus’un İda Dağı’nda büyütüldüğü efsanesi günümüze ulaşan efsanelerdendir. Ana Tanrıça Rhea, çocuklarını doğar doğmaz yiyen kocası Kronos’tan kaçırmak için oğlu Zeus’u burayı bırakır. Dağ perileri Nymphalar tarafından büyütülen Zeus, bir zaman gelir ve babası Kronos’u tahtından indirir, egemenliği ele alır. Ancak İda’da vakit geçirmekten hiç vazgeçmez. Troya Savaşı’nı da tam buradan izler. İlyada Destanı’nda “Gargaron” diye anılan dağın doruk noktası 1700 metreyi aşan yüksekliktedir. Anlaşılan o ki, kuşbakışı Edremit Körfezi’ne bakan panoramik manzarasıyla büyüleyici etkisi hala sürüyor…

Bakın, Homeros İda Dağı’nı nasıl anlatıyor:

(Zeus) koştu arabaya iki atını, uçup giden, tunç ayaklı, altın yeleli.

Altınlar kuşandı kendisi de, aldı işlenmiş altın kamçısını, bindi arabaya, şaklattı sürdü,

Toprakla yıldızlı gök arasında uçtu atlar seve seve.

Vardılar hayvanların anası, kaynağı bol İda’ya,

Gargaron’daydı Zeus’un tapınağı, kokulu sunağı.

İnsanların, tanrıların babası durdurdu atları.

Çözüp sardı koyu bir dumanla, göz kamaştıran çalımıyla oturdu doruğuna, 

Troya’yı, Akhaların gemilerini süzdü.

Çanakkale bölgesinde gezdiğiniz her yer, sanki İlyada’nın dizelerini gün ışığına çıkarıyor, yeniden yaşadığımız çağa bulanıyor ve kendini fark ettirmeden kent çevresinin hayat damarlarını besliyor gibi… Söyleyin lütfen, Çanakkale’de kanla canla verilen mücadeleler bir Kurtuluş Destanı yazıp, aynı ruhla yurdumuzun topraklarına akmadı mı? Bu yörenin insanlık üzerindeki etkisi tılsımlı, masalsı ama beraberinde getirdiği kültürel miras yadsınamaz bir gerçek! Açın gözlerinizi ve sahip çıkın bu mirasa!

Eylül başlangıçlar ayıdır…

Bugün, hemen her saatini ince ince planladığım, haraketli, bol gezmeli bir gündü. Sürprizi sona sakladım. Bugün, seyahatlerimizin tecrübeli sürücüsü sevgili dedemizin 68. yaş günü. Seyahatsever bir dedeye ne hediye edilir? Bol gezmeli bir gün, diye düşünmüştük kızımla birlikte. Keyifli de oldu hepimiz için. Adatepe’den sonraki son durağımız da Güre sırtlarındaki Çamlıbel Köyü yakınlarında bugüne hatırasını bırakacak bir mangalbaşı yemeği olacaktı. Ardından üflenen mumlar ve yaşgünü dilekleri…

‘Hayatın kendisi sürpriz’ dedirten bir olayla karşılaştık Güre yolunda. Önce, yol kenarında refuja çıkmış bir araç gördük, ‘aman’ dedik, hep bir ağızdan ‘cana zarar gelmesin’. Olay çözülmüş, görevli ekipler müdahale ediyordu. Ardından kısa bir süre geçti geçmedi, trafik durdu. Nedensiz bir sessizlik çöktü akşamüstüne… Ağır seyreden araçlar, etrafta koşan insanlar ve yerde yatan yaşlı bir beden. Henüz her şey çok sıcak. Sonra siren sesleri… Bilirim, Eylül, bitenin ve başlayanın vaktidir. Söylenmemiş sözler hep Eylül vakti dile gelir…

Bir hayatın sonbaharına tanık oldunuz mu hiç? Şimdi, bugün, yarın… ya sonra… yarından sonrası meçhul… Acı, daha orayı terk etmemişti. Şu an, yazarken bile içim sızlıyor. Gördüklerim aklımdan silinmeyecek.  Her ölüm anidir. Sevdiklerine, sevenlerine veda edemeden ayrılmak bu yerden… 'Hayat belki de bu kadar anlamlı olmamalı' dedirtiyor insana. Sorun ettiğimiz her şey aslında yüklediğimiz onca anlamdan gelmiyor mu?..

Kulağımda çınlayan o eski şarkı… Sesi giderek yükseliyor… “Bana yalan söylediler, kaderden bahsetmediler. Hani benim sevdiklerim? Hani gönül verdiklerim? Hasret gider, ben giderim”.

Efkarı birikmiş dağlardan esen rüzgar...

Gezi rotamızı değiştirip eve dönüyoruz. Cebimizde acı tatlı güne dair anılar... İçinizden, ‘yolculuklar böyledir’, diyenleri duyar gibiyim. Evet, haklısınız.

Ve gün, güzel dileklerle geceye bırakıyor yerini.  Uyumadan önce bir kez daha göz gezdiriyorum yöreye ait efsanelere...

Kazdağı’nın altın kızı Sarıkız efsanesini bir bilenden dinlediniz mi hiç? Sarıkız bu dağın neresindedir hala bir sır gibi. Türkmenlerin her Ağustos ayında saygı ile yad ettikleri Sarıkız, dünümüzün İlyadası ile o kadar çok benzerlik taşıyor ki… Farklı çağda, farklı dünya görüşünden topluluklarca dile gelmiş ama aynı çevrede doğmuş efsaneler.  Sanki sihirli bir dağ bu Kazdağı. Ne dersiniz? Öyle Nemrut gibi, Uludağ gibi haşin yükselmiyor da saklıyor kendini sıradağlar içinde. Yoksa bu yüzden midir söylenegelen onca efsane?..

Hayatta hiçbir şeyin, öyle evimizin penceresinden seyrettiğimiz gibi olmadığını ancak sokağa adım attığımızda, kalabalığın içine karıştığımızda anlıyoruz. Akıp giden zamanıın geri gelmezliğine bir çare yok. Öyle ise bir tek, amaçlarımıza sahip çıkıp harekete geçmek kalıyor geriye. Ve bize bahşedilen hayatın tüm mevsimlerinde, o son an'a dek, insan olmak, insan gibi yaşamak… İlyada destanının kahramanı Hektor; savaşın sonunu bildiği halde er meydanında mücadele vermekten çekinmeyen  yiğit Hektor; Hekabe’nin ilk oğludur.  Yıllar sonra kardeşi Paris’e gebe kalan annesi bir gece rüyasında Troya’nın alevler içinde yandığını görür. Rüya yorumcuları, doğacak çocuğun şehrin yanıp yıkılmasına sebep olacağını, bu nedenle öldürülmesi gerektiğini söylerler. Kral Priamos ise oğluna kıyamaz ve İda Dağı’na bırakması için bebeği bir çobana verir. Bir dişi ayı çocuğu sabiplenir, annelik yapar. Kral oğlu olduğu bilinmeyen ama güzelliği, yiğitliği ile dikkat çeken Paris, sürüleri çok iyi koruduğu için zamanla Aleksandros, yani “koruyucu” adını alır. Su perisi Oinone ile evlenir ve mutlu bir yaşam sürer. Ancak bu mutluluk tanrıça Eris’in oyunuyla sona erer. İda Dağı’nda beklenmedik bir görevle sarsılır tüm hayatı; üzerinde “en güzeline” yazılı altın elmayı kendisine büyük vaatlerde bulunan üç tanrıça arasından hangisine verecektir? Hera, Athena ve Aphrodite. Bu dakikadan sonra ne Paris’e ne de yurduna rahat yoktur artık.  Ona 'en güzel kadının sevgisi' ni vaat eden Aphrodite’e verir elmayı. Böylece İda Dağı’na veda eder ve Troya’ya iner. Kendisi hakkındaki gerçekleri öğrenir, bir gemi yaptırır ve Yunanistan’a yol alır. Çünkü vaat edilen ‘tarif edilemez güzellikteki’ Spartalı Helen oradadır.  Sonrası… Sonrası; belki okudunuz, belki filmlerde, belgesellerde izlediniz; güçlü bir yurdun ve insanlarının sonbaharıdır.

Sonbahar… Kelime ‘son’ ile başlayınca bir ‘bitiş’ gibi algılansa da aslında içinde yüksek miktarda 'başlangıçlar' içeriyor. Hayatınıza şöyle bir bakın, Eylül ayında yaşadığınız başlangıçlar kolayca gelecektir gözünüzün önüne... Eylül’ün beraberinde getirdiği serin havalar zihnimizi canlandırır, bizi yazın rehavetinden çıkartıp sorumlu olduğumuz alanlara, kişisel ödevlerimize ve hatta kalbimizin gerçeklerine dönüş çağrısı yapar. Eylül, başlangıçlar ayıdır.

Söylenmemiş sözler gibidir sonbahar, efkarı birikmiş dağlar gibidir, sürprizler getirebilir.

Bu Eylül'de herkes için yeni başlangıçlar olması dileğiyle...

Sevgiyle kalın.

 

Kaynaklar: 1) Azra Erhat, Mavi Anadolu, İşbankası Yayınları  2) Antik Kent Kazıları Tanıtım Kitapçığı, Antandros, Balıkesir Büyükşehir Belediyesi Kırsal Hizmetler Daire Başkanlığı 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Scroll to top
error: Content is protected !!