Aylardan Kasım...
“Ulu rüzgâr esmedikçe
Yaşamak uyumak gibi...” -Behçet Necatigil-
Büyük Bir Gezginin Ata Topraklarındayız!
Bu yıl ortaöğretimde ilk kez uygulamaya konan öğrenci ara tatili, bizi hızlı bir plan ile yeniden yollara düşürdü. İlk durağımız çinileriyle tanınan güzel bir şehir: "Merhaba Kütahya!"
Sabah erken saatte İstanbul’dan yola çıktık. Kasım ayına göre oldukça sıcak bir haftadayız ve yağış yok. Şansımız yaver gidiyor. Sakarya, Bilecik, Bozüyük hattı üzerinden Kütahya’ya yol alıyoruz. Hat boyunca yollar oldukça sakin ve konforlu bir sürüş imkanı sunuyor sürücülere.
Kütahya’nın girişinde otogarın hemen karşısına konumlandırılan etkiyeciyi büyüklükte bir anıt karşılıyor bizi. Anıtın teması: “Dünya Evliya’nın, Evliya Kütahya’nın”. 17. yüzyılda yaşamış, gezgin ve yazar Evliya Çelebi’nin anısına yaptırılmış olan anıt; 400. Doğum Yıldönümüne denk gelen 2011 yılında “UNESCO tarafından Evliya Çelebi yılı ilan edilmesi” vesilesiyle bu noktada konumlandırılmış. Anıtın peşi sıra, yol boyunca şehir merkezine dek sık aralıklarla levhalar sıralanmış. Üzerinde “Evliya Çelebi’nin Kütahyalı olduğunu biliyor muydunuz?” yazılı. Bu şehirden geçen herkeste ilgi uyandıracak nitelikteki bu karşılamayı takdire değer buldum. Tebrik ederim.
Hayatını seyahat ederek geçirmiş, üstelik seyahatlerindeki gözlemlerini ve edindiği bilgileri gelecek nesillere aktarmayı hedefleyerek kendine has bir üslupla tüm dünyada kabul gören başarılı bir yazına dönüştürmüş, böylelikle hepimiz için kıymetli bir kültür mirasına imza atmış olan Evliya Çelebi. Kendisini saygıyla yad ediyorum…
Evliya Çelebi, tek başına “ayaklı bir ansiklopedi” gibi benim nezdimde. Gittiği yerlerin halkını, dilini, geleneklerini, mimari yapılarını; kısacası soyut ve somut kültürel değerlerini kaydetmiş ve “Seyahatname” adlı 10 ciltlik eserinde ölümsüz kılmıştır. Bu yönüyle değerlendirdiğimizde Evliya Çelebi, adeta kültür antropoloğu titizliğinde bir çalışma yürütmüş, yaşadığı dönemi gözlemlediği tüm detaylarıyla bizlere aktarmış ve ardında takdire şayan bir kültür mirası bırakmıştır.
Avrupa, Batı Asya ve Mısır’ı gezen, hatta bazı yerleri birden fazla kez ziyaret eden yazar; eserinde; kendi yaşamına yön veren seyahat öyküsünün gördüğü bir rüya ile başladığını anlatır. Rüyada “şefaat ya Resulallah” diyeceği yerde dil sürçmesi ile “seyahat ya Resulallah” cümlesiyle yollara düşmüş; dile kolay, 51 yıl boyunca uzaklarda yol almış ve yaşadığı bu büyük macera bir esere dönüşerek bizlere miras kalmış. Muhteşem!
“Seyahat Ya Resulallah!”
Ben de; “Türk Gezginlerin Atası” saydığım Evliya Çelebi’yi örnek alıyorum. Onun tecrübesinin benim yolculuklarıma ışık tutmasını umut ediyorum. Ve hayatımda “daha çok seyahat” diliyorum…
Öğle vakti, şehir merkezindeki büyük çini vazonun hemen karşısında yer alan otelimize yerleştikten sonra öğle yemeğimizi yiyiyor ve ardından şehrin müzelerine yönleniyoruz. Aracımızı park etmekte sıkıntı yaşayınca, pek çok kez şehirde yaşayanlardan yol tarifi almak için destek istiyoruz. Sorduğumuz sorulara cevap bulamamak mı, yoksa o kişilerin bu müzelerin varlığından bile haberdar olmamaları mı daha üzücü bilemiyorum doğrusu. Zar zor bulduğumuz müzeye girince de, müze yetkilisine konuyu aktarmadan duramıyoruz. Müzelere ilginin düşük olduğunu o da dile getiriyor. Görülen o ki neresinden bakarsanız bakın, bu olayda eksikler ve yanlışlar var!
Kütahya Arkeoloji Müzesi, Ulu Cami ve Çini Müzesi birbirine çok yakın konumlandırılmış; mimari bir kompleks gibi düşünebilirsiniz. Aracınıza uygun bir park yeri bulduktan sonra; birinden çıkıp diğerine girerek rahatça gezilebiliyor.
Biz ilk önce Arkeoloji Müzesi ile başladık. 1314 yılında, Germiyan Beylerinden Umur-bin Savcı tarafından yaptırılan medrese binası günümüzde müze olarak hizmet veriyor. Selçuklu mimarisinin özelliklerini yansıtan yapı, kesme taştan yapılmış. Kapıları kubbeli orta mekana açılan dokuz küçük odası var. Müzenin girişinde ilk dikkat çeken “Amazonlar Lahdi” oluyor. Lahitin bir kısmı hasar görmüş ancak dönemin sanatını yansıtan nadide bir örnek. İç odalardan birinde gördüğüm, hakkında herhangi bir bilgilendirme yazısı olmayan, son derece ilgi uyandıran şimdilik “idoller” olarak tanımlayabileceğim (fotoğraflarını da sizinle paylaşıyorum, yorumunuza açıktır) eserler de aklımdan kolayla silinmeyecek. Bunlar, Urfa Müzesi’nde gördüğüm, henüz tam olarak betimlenememiş; sırrı, anlamı, ne oldukları, kimler tarafından yapıldıkları çözülememiş eserleri anımsattı bana. Sanıyorum, önümüzdeki yıllarda, arkeolojik bulgular bize daha çok sürprizler getirecek…
Müzede; Paleolitik, Kalkolitik, Eski Tunç, Hitit, Frig, Hellenistik, Roma, Doğu Roma, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ilişkin kültür ve tabiat varlıklarından örnekler bulmak mümkün. Ayrıca bölge özelinde ele alırsak, burada, Çavdarhisar Aizanoi Antik Kenti kazısı, Seyitömer Höyük kazısı ve bölgesel kurtarma kazılarıdan gelen kültür varlıklarından nadir örnekler de sergilenmekte.
1300lü yıllarda, Yıldırım Bayezid zamanında inşasına başlanılan Ulu Cami ise Kütahya’nın en büyük camisi. Dikdörtgen planlı bu büyük cami, ilerleyen yıllarda eklemeler yapılarak günümüzdeki şeklini almış. İçeride yer alan büyük, mermer sütunlar Aizanoi antik kentinden getirilmiş. Yine iç kısmında çok etkileyici bulduğum bir şadırvan var.
Üçüncü durağımız ise Kütahya Çini Müzesi. 1999 yılında hizmete açılmış olan bu müzede, topraklarını ölmeden önce Osmanlı’ya vasiyet eden II.Yakup Bey’in çinili sandukası da yer alıyor. Müzede 14. yüzyıldan itibaren günümüze dek üretilen nadir çini örnekleri sergileniyor. Müzenin yer aldığı yapı, içindeki yekpare mermer şadırvandan dolayı, halk arasında “Gökşadırvan” olarak da anılmakta imiş.
Kütahya’nın “Ateşte Açan Çiçekleri”
Kütahyalılar çini sanatını işte böyle ifade ediyor: “Ateşte açan çiçekler”. Bugün gördüğümüz şehir, ne yazık ki yeni yapılaşması ile ülkemizin her yanını sarmış olan niteliksiz mimariden nasibini almış durumda. Oysa kötü yapılaşmanın aralarında hala çiçek gibi duran, zamana direnmeye çabalayan eski konaklar, “çini sanatının şehri saran ruhu eski dönemdeki sivil mimari örneklerine de yansımış”, dedirtiyor.
Restore edilerek turizme açılan Germiyan ve Ahierbasan Sokakları bugün etkileyici güzellikte! Özellikle şehrin ilk yapılanan kısımlarında yoğunlaşan, terk edilmiş, yıkıldı yıkılacak halde, restore edilmeyi, yaşama dönmeyi bekleyen çok sayıdaki eski konak ise bu haliyle bile Kütahya’ya seçkin bir kültür mirası sunuyor. Biz bakmaya doyamadık… Eğer istenirse, daha fazla zaman kaybetmeden yapılacak nitelikli projelendirmeler şehri büsbütün yaşayan bir müze şehre dönüştürebilir! Amasya’da bu büyük ölçüde başarılmış. Kütahya’da neden olmasın?..
Macar Sokak’ta, 18. yüzyıl Türk evlerinden biri olan ve halk arasında “Macar Evi” olarak anılan konak da bahsettiğim bu tarihi güzelliklerden biri. Günümüzde “Kossuth’un Anıları Müzesi” adıyla ziyaret gören müze, aslında 1850-1851 yılları arasında Macar özgürlük savaşı önderlerinden Lajos Kossuth’un ailesiyle birlikte misafir edildiği yer. Müzeyi gezdiğimizde gördük ki, Macar önderi ve beraberinde Osmanlı topraklarına gelen “mülteciler” zamanı geldiğinde kendi ülkelerine dönerken, geride Türk ve Macar ilişkilerini örneği az bulunur bir noktaya taşıyan değerli anılar bırakmışlar. Bir dönem yoğun şekilde uluslararası diplomasinin de merkezi haline gelen Kütahya, bu yönüyle çok da bilinmeyen, farklı ve de çok da anlamlı bir kültür mirasına da ev sahipliği yapıyor.
Kahvenin dostlukla ve bize özgü şekilde Türk konukseverliğiyle ilişkilendirilmesi hep duyduğumuz bir şey, değil mi? Yazılarımda sık sık dile getiriyorum. Ben tam bir Türk kahvesi tiryakisiyim. Seyahat ettiğim her yerde mutlaka o yöreye has bir kahve varsa tatmaya özen gösteririm. Ancak, çiniciliğin bu denli ön planda olduğu Kütahya gezimde şöyle güzel bir fincanda kahve keyfi yapma fırsatım olmadı. Ama bol bol çay içtim… Gün içinde müzeleri gezerken karşılaştığımız, sohbet ettiğimiz kişiler mutlaka Kütahya Kalesi’ne çıkmamızı önerdiler. Akşamüzeri güneş yavaş yavaş çekilirken, inceden bir serinlik çöktü. Üşümeye çare sıcacık bir çaydan geçiyor. Çaylarımızı yudumlarken, bir yandan dinlendik, bir yandan da şehre tarihi kalesinden baktık… Gün batımında Kütahya’nın o güzel manzarasına eşlik ettik. Bugün sokaklarında yürüdüğümüz, camisini ve müzelerini gezdiğimiz, fotoğrafladığımız, havasını soluduğumuz, içinde yaşayanları selamladığımız ve gezerken bilmediğimiz yönleriyle yeniden tanıdığımız, yeniden yazdığımız bir yol hikayesinin içinden baktık Kütahya’ya…
Bekle Bizi Aizanoi!
Soğuk ve puslu bir güne uyandık. Şehri saran yoğun sis bulutu bizi epey komik bir ruh haline sürükledi. Kaldığımız odanın camından dışarı baktığımızda, karşı apartmanı seçmekte zorlanıyorduk. Kahvaltı sonrasında şehir merkezinden 57 km uzaklıktaki Çavdarhisar ilçesine doğru hareket edecek olmamız ve ziyaret edeceğimiz antik kentin sisle kaplı olduğunu hayal etmek itiraf edeyim müthiş bir heyecan yaşattı kızımla ikimize. Hep bir ağızdan gizemli kasaba hikayeleri uydurmaya başladık. Antik kentlerin bende yarattığı heyecan malum, sanırım işin içine olumsuz hava koşulları da girince eğlence büyüdü. Bu bölüm iyiden iyiye “Esrarlı Kasaba’da Yaşayan Kızın Günlüğü”ne dönüştü sanki… Ah..evet.. haklısınız..şu anda gülmeye başladığınızı görebiliyorum. Şuraya bolca gülücük emojisi de yerleştirelim, heh tamam işte! Bekle bizi Aizanoi! Heyecanla seni yeniden keşfetmeye geliyoruz!..
Hayal ettiğimizin ötesinde bir sis tabakasıyla kaplı olan yolda temkinli ilerledik. Tecrübeli sürücümüz bizi sağ salim antik kente ulaştırdı. Karşımıza çıkan ilk yapı, dünyanın bilinen ilk ticaret Borsa Binası oldu. M.S 2. Yüzyılda tahıl ambarı olarak kullanılan yuvarlak biçimli yapının (macellum) cephe duvarlarında İmparator Diocletian’ın 301 yılında yaşadığı enflasyonla mücadelesini günümüze taşıyan taşlara kazınmış yazıları görmek mümkün. Biz alanda dolaşırken, sis bulutu da usul usul dağılmaya başladı. Böyle bir sabahta arkeolojik buluntular arasında dolaşan tek ailenin biz olmadığımızı görmek ise ayrı bir mutluluk kattı günümüze. Evet, alanda yalnız değildik. Tahmini en genci 60 yaşlarında, tarihe meraklı, gezgin bir arkadaş grubu da arkeolojik kalıntıları inceliyordu. Selamlaştık, gülüştük. Restorasyonu devam eden köprülerden biri hakkında aramızda bilgi alışverişi yaptık.
Borsa Binasının yakınında antik dönemdeki uzunluğu 450 metre olduğu kaydedilen sütunlu cadde yer alıyor. Bu noktadan ileriki tepelik alanda yükselen Zeus Tapınağı görülebiliyor. Caddenin bitiminden tapınağa uzanan yol ise köprü ile sağlanabiliyor. Antik dönemde Penkalas, bugünkü adıyla Kocaçay ırmağı üzerine, ikisi ayakta kalabilmiş toplam beş köprü inşa edilmiş. Bunlardan birisi yayalar için yapılmış olan ahşap bir köprü; diğer dördü ise kemerli taş köprüler imiş. Kentin tamamının bu ırmağın iki yakasına kurulduğu düşünülürse, mimari yetkinliğin boyutu bir nebze ortaya çıkacaktır diye düşünüyorum. Hayal edin lütfen, zamanında burada yaklaşık 80.000 kişi yaşıyordu!
Aizanoi’nin antik Frigya’ya bağlı yaşayan Aizanitislerin ana yerleşmesi olduğu biliniyor. “Azinanoi” isminin ise, Frigyalıların öncülü olarak antik kaynaklarda adı geçen Azan adlı mitoloji kahramanı, su perisi Erato ile efsanevi kral Arkas’ın birleşmesinden ortaya çıktığı düşünülüyor. Bugüne ulaşan kalıntıların çoğunun kentin en parlak dönemi olarak anılan M.Ö. 2. yüzyıla tarihlendiği saptanmış. Ve yine bu büyük kent, Efes, Bergama ve Side antik kentleri ile çağdaş!
Kentin yapıları arasında “Anadolu’nun en iyi korunagelmiş tapınağı” ünvanını taşıyan Zeus Tapınağı gerçekten hala görkemini koruyor. Yapımına M.S. 92 yılında Roma İmparatoru Domitianus döneminde başlanmış, İmparator Hadrianus döneminde devam etmiştir. Tapınağın duvarlarında bulunan yazıtlarda, İmparator Hadrianus zamanında (M.S 98-117) civar arazilerden alınan vergilerin tapınağın inşası için gerekli birikimi sağladığı anlatılıyor. Yapının en dikkat çekici yanı her biri 9.30 metre boyundaki yekpare sütunlar. Tapınağın "tonozlu alt katı"nın ise dünyada başka bir örneğinin daha olmadığı biliniyor. Bu alan neredeyse hiç deforme olmamış ve antik dönemde de aşağı kata günümüzde olduğu gibi aynı yerden ahşap bir merdivenle inilmekteymiş.
Anatanrıça Kybele ile özdeşleştirilen Tanrıça Meter Steunene’nin kentte tapınım gördüğü biliniyor. Zeus Tapınağı'ndan 3 km uzaklıkta Meter Steunene Kutsal Alanı bulunuyor. Antik kaynaklarda şifa bulmak isteyenlerin bu alanda tanrıça adına kurban kestikleri ve adaklar adadıkları yazıyor.
Yine, bu alandaki arkeolojik kazılarda bulunan sikkelerden, tapınağın içinde büyük bir Zeus heykelinin var olduğu öğrenilmiş. Ancak, antik dönemden bugünümüze uzanabilen tek eser, akant dalları ve yaprakları arasında neredeyse yapıldığı günkü halini koruyan Meter Steunene büstü olmuş...
Bugün ayrıca, tapınak üzerinde “geç dönemlere ait” savaş sahnelerini, günlük hayata dair sahneleri gösteren (insan ve hayvan figürlerini içeren) çizimler bulunuyor. Bu çizimlerin 13. yüzyılda bölgeye yerleşen Çavdarlar (Çavdar Tatarları)ın yaşamından kesitleri betimlediği düşünülüyor. Yörenin yaşlılarından alınan bilgiye göre, "Meter Steunene Kutsal Alanı" Çavdarhisarlılar arasında "Aba Sultan" adıyla anılır; günümüze yakın zamana kadar da burada adaklar adanır, yağmur duasına çıkılırmış.
Zeus Tapınağı’nın karşı tarafında ise yine başka bir yerde örneğine rastlanmayan başka bir mimari kompleks bulunuyor: 15.000 kişi kapasiteli tiyatro ve tiyatroya bitişik nizamda yapılmış 13.500 kişilik stadium. Bu kompleksten günümüze ulaşabilen ise yıkık dökük bir alan. Ancak iki hamam, iki agora, gymnasium, Meter Steunene kutsal alanı, nekropoller, antik bir bent, su yolları ve kapı yapıları da düşünüldüğünde kentin antik dönemdeki canlılığı kolayca tasavvur edilebiliyor.
Aizanoi Antik Kenti; zamana, iklim ve doğa şartlarına karşı son derece dirayetleri yapılarıyla Anadolu topraklarındaki varlığını koruyarak ayakta kalmayı başarmış; hakikaten sanatla mimarinin özgün bir şekilde birbiriyle bütünleştiği bir arkeolojik miras. Son dönemde yaptığım araştırmalarda bu arkeolojik mirasın pek çok kişi tarafından da bilinmediğini fark ettim. Oysa, yolu tarihten geçen herkesin mutlaka ziyaret etmesi gereken bir yer burası. Buraya gelmenizi şiddetle tavsiye ederim. Gelin ve bu kentin içinde antik tanrıçaların izlerini sürün. Çavdarlar’ın taşlara kazıdığı çizimlere bir de bugünden bakın. O çizimlerle, kendi zamanlarına dair bize neyi miras bıraktıklarını bir düşünün… Görülen o ki Aizanoi'de yaşanmışlıklar zamana yenik düşmemiş; bilakis tılsımlı bir biçimde iç içe geçmiş halde! Zeus Tapınağı'nın yüksek sütunları arasından bugünkü gökyüzüne bakarken, derin bir nefes aldıktan sonra, işte tam durduğum bu noktada geçmiş yaşamlar hakkında biraz durup düşlemenizi öneririm. Kendinize kısa bir an armağan edin hadi... Belki de tarihin üzerindeki sis perdesi birden aydınlanıverir... İnanın bana bu noktada geçmiş, insana “hiç geçmemiş” hissi veriyor. Bu özel an’ı sizin de yakalamanızı dilerim!
Biz, Kasım rüzgarlarının peşinde seyahat etmeye devam ediyoruz. Kütahya’dan sonraki rotamız Uşak. Yakında yeni bir yol hikayesiyle burada olacağım.
O zamana dek sevgiyle kalın!