Bir Uzun Yol Hikayesi / III.Bölüm

antakya, iskelet mozaiği, mosaic, hatay

Mozaik Şehirler: Gaziantep ve Hatay

Büyük İskender’in Edessa’sında açtık gözlerimizi güne. Bu şehirdeki son sabahımız. Yavaş yavaş bu uzun yol hikayesinin sonuna yaklaşıyoruz…

Ne kadar dinç uyandık uykudan. Tüm uyanışlara selam olsun! Bin şükürle dolu aydınlık bir sabahtayız. Pervasızca ışıldıyor güneş… Doğduğu yerde.. Güzel Anadolu’da! O güneş ki, zamanın içinde hapsolan tüm kültür izlerini her an aydınlığa taşımaya hazır… Ben, güneşin elinden tutmayı seçtim. Siz de bana eşlik edin hadi! Öyle ise, Mozaik Şehirlere yolculuğumuz başlasın!

Tarih: 15.07.2019, Yolculuğumuzun 7. Günündeyiz.

Tarih dikkate değer… Güneydoğu Anadolu yolculuğum boyunca bana eşlik eden, 1954 yılında yazıya dökülen Sabahattin Eyüboğlu sözlerini sizlerle paylaşmak istiyorum:

“İnsan geçmişiyle hesaplaşarak gelişir. En ileri milletlerin ‘geçmişlerini en iyi bilenler olması’ da bundandır. …Bilim de, fikir de, sanat da, tohumları nereden gelirse gelsin ancak belli bir toprağın şartları yani geçmişiyle uzlaşarak yaratıcı olabilir.

Milletini gerçekten seven onun, değil eski kafada kalmasını, kendi kafasını bile aşmasını, bütün canlı varlıklar gibi durmadan kalıp değiştirmesini ister. Yenileşmelere karşı geri kuvvetleri ayaklandırmaya çalışanların, millet değil kendi çıkarlarını düşündüklerinden emin olabilirsiniz. ‘Geçmiş değerlerimizin nefes almasına, bugüne mal edilmesine engel olanlar’ da onlardır. Söylemek istediklerimi şöyle kısaltabilirim:

  • Geçmişimizi, topraklarımızda arayıp bulduğumuz her değeri, Hitit, Yunan, Roma, Bizans, Selçuk, Osmanlı, ne olursa olsun benimsemek.
  • Eskiyi sırtımızdan atıp düşüncemize ve bugünkü hayatımıza mal etmek; devam ettirmek değil, yeniden yaşatmak!
  • Eskinin sırtından geçinenlerin yeniyi boğmalarını önlemek.”[1]

Üstad söyler; biz hafızamıza kazırız; hiç kimseden çekinmeden yolumuzu aydınlığa süreriz!

çingene kızı mozaiği, mosaic, museum of hatay

Gaziantep: Mezopotamya ile Akdeniz'in Kesişme Noktası

Şanlıurfa ile Gaziantep arası duraksız 151 km. Gaziantep sınırlarındaki arkeoloji izlerini sürmek öncelikli hedefimiz. Vaktimiz oldukça kısıtlı. O nedenle gezi alanımızı epey daralttık. Sırasıyla; Zeugma Mozaik Müzesi, Gaziantep Arkeoloji Müzesi ve Gaziantep Kalesi civarında yer alan tarihi çarşı alanı.

“Çingene Kızı” olarak ünlenen mozaik; uzmanlara göre başının yanındaki asma filizlerinden dolayı Dionysos şenliklerinde yer alan ve bu Tanrının müritlerinden sayılan bir “Mainad”tır; bakışları ve gözlerindeki ifade ile “Zeugma’nın Mona Lisa’sı olarak anılacak kadar sevilmiş ve kabul görmüş bir eser.  Zeugma Mozaik Müzesi’nde sergilenen mozaiklerin tamamı ustalık eseri olmasına karşın, bu eser en beğenilen buluntu olma şansı yakalamış görünüyor. Müze içinde, karanlık bir labirentten geçerek esere ulaşılabiliyor.

savaş tanrısı mars heykeli, bronz, hatay, antakya, gaziantep arkeoloji müzesiYapımı 2000 yılında tamamlanan Birecik Barajı, Zeugma Antik Kenti’ni büyük ölçüde sualtında bıraktı. Zeugma, Fırat Nehri’nin batı kıyısında, nehrin güneydoğu kıvrımında ve Belkıs Tepesi’nin kuzeydoğu yamaçlarında yer alır. Engebeli bir topoğrafyada bulunan antik kent killi kreçtaşı alt yapısına sahiptir. Günümüze ulaşan kalıntılar, Zeugmalı asillerin oturduğu villaları, Fırat’ı seyreden yamaçlara kurmayı tercih ettiğini göstermektedir. Bu villaların duvarları ve tabanları hemen hemen tümüyle mozaik ve fresklerle süslenmiş halde idi.  Bu anlamda ihtişamlı bir tarihe sahip olan Zeugma, Roma döneminde “Doğu’nun Kapısı” olma görevini üstlenir. Medeniyetler ve kültürler arasında bir geçiş noktası olarak varlığını sürdüren kent, Anadolu topraklarından geçen Büyük İskender’in komutanlarından Seleukos Euphrathes M.Ö. 64 yılında Roma hakimiyetine geçtiğinde “köprü başı” anlamına gelen “Zeugma” adını alır.

gaziantep arkeoloji müzesiHepimiz biliyoruz ki, yükseklen baraj suları hem Belkıs Köyü’nü, hem Zeugma’yı tüm geçmişiyle birlikte yuttu. Kurtarılabilenler ise bugün müzeye sığdırabildiğimiz kadarıyla yaşayan kültürel mirasımız. Tarihi güzelliklerimizi bir yandan gün yüzüne çıkartıyor, bir yandan kendi elimizde gömüyoruz… Öte yanda, daha önceki buluntulara ne kadar sahip çıkabildiğimiz de ortada:  2018 yılında bir başarı öyküsü olarak lanse edilen “yasa dışı yollarla ABD’ye kaçırılan Çingene Kızı’nın kayıp parçaları Türkiye’ye getirildi” haberlerini anımsayın lütfen. Bu değerli eserleri artık müzemizde görmek mümkün.  Şimdi gözümde canlandı… Bulunduğu yüksek noktadan, bir elinde mızrağı, kızgın gözlerle dimdik karşıya bakan Savaş Tanrısı Mars’ın bronz heykeli.. Ah gerçekten de delici bakışlarıyla çok şey ifade ediyor! Sevgili dostlar, ziyaretinizi tamamlayıp bu müzeden dışarı çıktığınızda aklınızda pek çok etkileyici bakış kalacak! Bu topraklara ait tüm kültür varlıklarının bir an önce yuvaya dönmesi; tüm bu “çalınmışlıkların” ve “korunamama şuursuzluğu”nun son bulması dileğimle…

Gaziantep’te yer alan ve taşınabilir kültür varlıklarını bünyesinde toplayan bir diğer önemli müze Gaziantep Arkeoloji Müzesi. Zeugma Mozaik Müzesi kadar ismi duyulmasa da; müze başarılı biçimde; Alt Paleolitik Dönem'den Cumhuriyet Dönemi'ne kadar stel, hitit, gaziantep arkeoloji müzesiolan sergileme üniteleriyle ziyaretçilerini adeta geçmişten günümüze tarihsel bir yolculuğa çıkarıyor. Bu şehre gelen herkesin uğraması gereken bir müze olduğunu içtenlikle vurgulamak isterim.

Bu müzede, Gaziantep’te en önemli dönemlerden biri olan Geç Hitit Dönemi buluntuları başarılı biçimde betimleyici özellikleriyle birlikte yansıtılmış. Keza, Karkamış Antik Kenti ve Dülük Antik Kenti buluntularını burada görmeniz mümkün. Ayrıca, Anadolu/Kuzey Suriye kökenli bir yapı türü olan ve Demir Çağı’nda Anadolu, Suriye, Filistin, Batı İran ve Mezopotamya’da kamusal mimarlıkta yaygın olarak kullanılan “Bit Hilani” plan tipi mimari anlayışının özelliklerini yansıtan önemli bir alan oluşturulmuş.

kommagene kralı ı.antiochos, gaziantep arkeoloji müzesiYine burada, Kommagene Krallığı’na dair değerli eser ve bilgilere ayrılmış bir bölüm mevcut. Ben bu bölümden çok etkilendim! Yeniden Nemrut Dağı’na çıkmış kadar oldum.  Devamında da Klasik/Hellenistik ve Roma Dönemi’ne ait önemli buluntular, kireç taşından yapılmış heykeller, mezar stelleri, heykeller ve Roma Dönemi'ne ait bir aile mezar odası sergilenmekte.

kommagene kralı ı.antiochos, mithrates, gaziantep arkeoloji müzesi, nemrut, kommagene krallığıDoğrusu, müzelerde meraklı bakışlarla dolaşırken zaman çok hızlı ilerliyor. Vakit akşamüzeri oldu bile… Şimdi Gaziantep Kalesi civarında kısa bir yürüyüşe geçiyoruz. Tarihi alanda bakırcılar, eşsiz rahiyalı baharatlar, antep fıstığı çeşitleri bizi anımlık bir alışverişe sürüklüyor. Ardından olmazsa olmaz Gaziantep tatlılarından tadıyor; sıcağa ragmen lezzetli zahter çaylarımızı içiyoruz ve kuru baklavaların izinden rotamızı Kahramanmaraş’a çeviriyoruz.

Gaziantep ile Kahramanmaraş arası 123 km. Akşam saatinde Kahramanmaraş’a varıyor, alışverişimizi tamamlıyor ve Hatay’a doğru yeniden yola çıkıyoruz. Havanın karanlığında, sol yanımızda yükselen sıra sıra tepelerin üstünden dolunay bütün heybetiyle yolumuza ışık tutuyor. Etrafında irili ufaklı yıldızlar… Gökyüzünün tüm açıklığıyla görülebiliyor olması muhteşem!

Akşam yemeği için yol üzerindeki bir lokantada mola verdik. Gözlerinin içi gülerek yanımıza yaklaşan garson, “Size çay ikram etmek isteriz… Kaçak mı, Türk çayı mı içersiniz?”, dedi. Gülümsediğimizi görünce; nazikçe devam etti açıklamaya: “Batı’dan gelenlere ağır geliyor bizim çayımız, o nedenle bu şekilde soruyoruz, hazırda hep kendi çayımız demli oluyor”. Sağolsun. Oysa biz çoktan bu yörede içilen çayın müptelası olmuştuk bile! Dolunay manzarasında bir denizmiş görünen kara-yeşil platonun aklımıza kazınan manzarasında demli kaçak çaylarımızı içtik, bu misafirperver işletmenin çalışanlarıyla vedalaşıp, yola koyulduk. Akşam 21:30 sularında Hatay’a vardık.

hatay arkeoloji müzesi

8.Gün: Merhaba Antiocheia, Antakya, Hatay!

“Orientis Apicem Pulcrum”, yani “Doğu’nun Güzel Kraliçesi”, M.S 4. yüzyılda yaşayan ünlü komutan Ammianus Marcellinus doğduğu kent Antakya’yı işte böyle tanımlıyor.[2]

Hatay, ılıman iklimi, topoğrafik ve coğrafi yapısı nedeniyle “şanslı” bir şehir. Akdeniz kıyısında olması ise şehrin stratejik konumunu yükseltiyor.  Lübnan Dağları’ndan doğduğu halde kuzeybatıya doğru geniş bir yay çizerek Hatay sınırları içinde Samandağ yakınlarında denize dökülen Asi Nehri, bu özelliğinden dolayı, antik çağlarda, “doğudan gelen” anlamında “Orontes” olarak adlandırılmış. Yine bu dönemde kentin su ihtiyacını karşılayan Daphne (bugünkü Harbiye), defne ağaçları ve çağlayan suları ile ün kazanmış, efsanelerin, mitolojik hikayelerin de konusu olmuş. Amik Ovası’nın geniş, verimli toprakları tarıma elverişli yapısıyla kenti dışarıdan gelenler için hep çekici kılmış.  Tarihi boyunca dillere destan olan bu güzel şehir, antik dönemdeki görkemini kaybetmiş ve kötü yapılaşmayla çehresi tamamen değişmiş olsa da; hiç şüphesiz bugün, içinde barındırdığı kültürel zenginlikler ile ziyaretçilerini akıl almaz bir derinliğe sürüklüyor.

saint pierre kilisesi, hatay, antakyaÖyle ki, üstümüzde dünkü yorgunluğumuzdan eser yok. Son dönemde Arkeoloji Müzesi’nin ikonu haline gelen “Kral II. Şuppiluliuma Heykeli”ni görmek için özellikle kızım büyük bir heyecan duyuyor. Hızlıca toparlanıp şehir merkezindeki gezimize başlıyoruz…

İlk durağımız, Hıristiyanlık tarihinde belirleyici bir yere sahip olan Saint Pierre Kilisesi. “İsa’nın halkı” anlamını taşıyan “Hıristiyan” sözcüğünün doğduğu yer olarak rivayet edilen bu kilise, 1963 yılında Papalık tarafından bir “hac yeri” ilan edilmiştir ve aynı zamanda dünyanın ilk katedrali kabul edilmektedir.

Tarihi kayıtlarda anlatılanlara göre; Zeus mabedinde kesilen kurban etini alıp gökyüzünde hızla havalanan bir kartal izlenerek, eti yemek üzere konduğu yer “Tanrıların bir işareti” kabul edilmiş ve antik kent bu noktada inşa edilmeye başlanmıştır. Büyük İskender’in generallerinden Seleucus kurulan bu yeni kente babasının adını verir: “Antioch”. Ve Asi Nehri üzerinde kurulan bu kent, Hellen kültürü ve kurulan politik düzeniyle Yakındoğu kentlerinin en görkemlisi -belki de en güzeli- ünvanını taşımayı 3 yüzyıl boyunca sürdürmeyi başarır. Bilinen o ki; kentin sahip olduğu “konum”, zaman içinde hızla gelişip yükselmesine neden olurken, aynı zamanda çöküşünü de hazırlayan en büyük etkendir. Bir diğer özellik, kentin yüzyıllar boyu sürdürdüğü “heterojen toplum yapısı”dır. Adeta, keskin kenarlı parçalar birbiri ile uyum içinde devasa bir mozaik oluşturur… Roma İmparatorluğu’na bağlı geçen 7 yüzyıl boyunca burası, “en karmaşık yapılı kent” olarak da göze çarpar. Yunanlılar, Suriyeliler, Hıristiyanlar, Romalılar, yine farklı ülkelerden gelen sürekli değişen ziyaretçilerin etnik ve kültürel farklılıkları eşine az rastlanır şekilde bu coğrafyada aynı potada eriyip bir “birliktelik” oluşturmayı başarmıştır: Burada yaşayanlar kendilerini önce “Antakyalı” olarak tanımlarlarmış.

hitit kralı II. Şuppilulima, hatay arkeoloji müzesi

hitit kralı II. şuppiluluima heykeli, hatay arkeoloji müzesiVe ikinci durağımız olan Hatay Arkeoloji Müzesi’ndeyiz… Antik dönemdeki zengin yaşantının etkisiyle eşsiz ustalıklar yaratan “Antakya mozaik ekolü”nün gösterdiği gelişim müzede de göz alıcı şekilde serginlenmekte. Müze, mozaik koleksiyonunun büyüleyiciliğinin yanı sıra; bölgedeki tarihsel gelişimin geriye bıraktığı çok çeşitli kültür ögelerini bünyesinde barındırması ve çağdaş müzecilik anlayışına uygun sunumlarıyla da övgüye değer nitelikte. Ancak burada bir arkeolojik bulgu var ki kendisinden ayrıca bahsedilmesini hak ediyor: Hitit Kralı II. Şuppiluliuma Heykeli.

Bugünden bakınca kimine göre şaşkın, hayret dolu, kimine göre sevimli, kimine göre ise korkusuzca; ve yine bugünün bakışıyla, tarifi güç bir “sempatikliğe” sahip olan neredeyse 3000 yaşındaki bu heykel siyah taştan yapılmış gözlerini kocaman açmış karşıya bakıyor. Bedeninin belden üst bölümü bozulmadan bize ulaşmış durumda. 2012 yılında hayatımıza giren, bazalt taşından yapılmış bu eser, 1,5 metre yükselikliğinde ve yaklaşık 1,5 ton ağırlığında. Duruşunun ve bakışının altındaki tarihi gerçekliği okuyabilenler içinse, bir elinde mızrak, bir elinde buğday taşıyan bu kral heykeli, Geç Hitit Devleti’nin son deminde yaşanılan siyasi, ekonomik ve gündelik hayata yansıyan tüm zorluklarla halkı için ve halkıyla birlikte “mücadele eden” kralın karakterini ve tarihi kayıtlara yansıyan icraatlarını açıkça ifade ediyor. Ülkesi için savaşmayı ve üretmeyi şiar edinen son Hitit Kralı II.Şuppiluliuma…  Bunlar bugünün dünyasında çok özlediğimiz terimler tabi ona şüphe yok!

antakya lahti, hatay arkeoloji müzesi

antakya lahti, hatay arkeoloji müzesiArkeolojik açıdan heyecan veren bu keşfin, üzerinden onca yıl geçmesine rağmen Hatay’ın gündelik hayatında kendine bir yer bulamaması ise çok üzücü! Tarihi Uzun Çarşı’da dolaşırken çeşit çeşit Şuppiluliuma heykelcikleri görmeyi, ya da heykelin resminin basılı olduğu başka hediyelikler bulmayı ve satın almayı ummuştum. Onca yerli/yabancı turist bu çarşıdan geçiyor, düşünün! Konuya dair bir tek şey görmediğimize göre; Hataylılar, sadece müzede ve müze çevresinde yer alan dar bir alanda “değer bulan” bu eseri, -ne yazık ki alışık olduğumuz üzere- sahip oldukları bu kültür mirasını yeterince kucaklayamamış ve yaşatamıyorlar demektir. Oysa; hem yerel hem turistik bakış açısıyla Hatay için atılacak on binlerce adımımız olmalı! Bu yıl İstanbul’da gerçekleştirilen Hatay Gastronomi Festivali tanıtımında Kral Şuppiluliuma görselinin kullanılması iyi bir başlangıçtı mesela…

Arkeoloji Müzesi’nde ayrıca beni çok etkileyen, adını burada anmadan geçemeyeceğim birkaç eşsiz eser daha var. Paylaşmak isterim: Sfenksli Asur Ortostatı, Antakya Lahti, bronz Tyche Heykeli, Çift Aslanlı Sütun Kaidesi ve İskelet Mozaiği.

Şehrin taşıdığı arkeolojik ve kültürel miras anlatmakla bitmeyecek yoğunlukta olunca, haliyle, “yapmadan dönmeyin” listesi uzadıkça uzuyor… Ben bu seyahatimde sadece 1 günümü ayırabildiğim için, listemdeki “bir dahaki sefere” kısmını deneyimlemek için bir fırsat olmasını yürekten diliyorum.

Yazımın ara başlığında neden üç ismi birden kullanmayı seçtiğime gelince… Tarihsel çizgiyi vurgulamayı özellikle tercih ettim. Hepimiz biliyoruz ki Hatay’ın kurtuluşu; stratejik öngörüsü, kararlı, onurlu ve sürdürdüğü istikrarlı dış politikası ile Atatürk’ün eseridir. “İskenderun Sancağı” olarak anılan şehre “Hatay” adını 1936 yılında bizzat Atatürk vermiştir. Bu ismin, bölgenin Hitit Dönemindeki köklerine itafen “Hatti”, “Hattena” isimlerinden esinle oluşturulduğu rivayet edilir. Yazımın başında bahsettiğim, Anadolu topraklarında doğan kadim Anadolu medeniyetlerinin “yeniden yaşatılması” adına verilebilecek belki de en güzel örnek budur!

hatayın kurtuluşu, mustafa kemal atatürk

9.Gün: Artık Eve Dönüş Yolundayız

Tarihi Habibi Neccar Cami’ni ziyaret edip, ardından şehrin daralan sokaklarında el sanatları eserleriyle buluştuktan sonra, Hatay mutfağı’ndan özenle seçilmiş leziz bir akşam yemeği ile programımızı sonlandırdık. Akşam saatinde aydınlatmalarla çehresi değişen bu şehir “sanırım her daim kalabalık” diye düşünmeden edemiyorum. Kalabalık, iç içe ve karışık. Eski çarşı alanı hemen herkesin tercih ettiği bir nefes alma alanı gibi görünüyor… Mavi renkli ışıklarıyla, Temmuz sıcağını ılık bir esintiye dönüştüren Asi Nehri boyunca yürümek ise tüm günün yorgunluğunu üstümüzden aldı götürdü. Geride ise unutulmaz anılar bıraktı…

Ertesi sabah Hatay'dan Ankara’ya doğru yola çıktık. İlerleyen saatlerde bölgeyi sel vurdu. Tarlalardan oluk oluk otoyola akan toprağı görmek çok üzücüydü. Su çağlıyor, adeta toprak ağlıyordu… Şimşek ve yıldırımlar bölgeyi tehdit ediyordu… Sağanak yağış eşliğinde Ankara’ya girdik. Gece orada konakladık. Dinlendik.

Yol boyu kulağımda çalan bir Sena Şener şarkısı vardı. Öyle güzel haykırıyor ki bugünlere… Doğayı göz ardı eden şehirleşmeye… O güzel sesinin duraklarında nefes nefese hayat bulan her yeni cümleye… Yeniden müziğin dokunduğu yepyeni günlerimiz olması ümidiyle: “Ağladığım gece yarısı.. İnsanlığın garip sancısı.. Belki de biz öğrenmeliyiz.. Belki de biz...”

Ankara'da yeniden güneşli bir sabaha uyandık. Çok gecikmeden hareket ettik. Artık, 10 günlük seyahatimiz bitmek üzereydi. Hepimizi saran tatlı bir yorgunluk ve beraberinde; Anadolu’nun tarihi zenginlikleriyle yoğrulmuş doyurucu bir seyahati sağ salim tamamlamanın huzuru ve tabi ki eve dönüşün verdiği güzel duygularla öğleden sonra İstanbul’a ulaştık. Sefa geldik, hoş bulduk! 2019 yılının Temmuz ayında, toplam 8 şehir ve tam tamına 3450 kilometre boyunca yazılan sıcak bir yol hikayesinin baş kahramanlarıydık...

Şimdi düşünüyorum da.. Geride bıraktığımız o şehirleri… Kültür hazineleriyle ışıldayan o güzel yöreyi…  Aslında aracı hareket ettirdiğimiz anda özlemeye başlamıştım bile… Bugün son bölümünü sizlerle paylaştığım bu uzun yol hikayesinin benim kalbimde taht kurduğu kesin! Umarım sizlere de ilham olur…

Sevgiyle kalın!

 

[1] “Mavi ve Kara”, Sabahattin Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yayınları

[2] “Antakya Mozaikleri”, Jale Rüstemoğlu, Zirem Yayınları

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Scroll to top
error: Content is protected !!