Gilgameş’in Hikayesi

sümer, sumer tabletletleri, mezopotamya, arkeoloji, bilgekualayaziyor, tufan, nuh tufanı, gilgameş destanı, çiviyazısı, kültürel miras, gılgamış

Sözlü kültürün varlığı insanlık tarihiyle yaşıt. Sözün yazıya aktarımı ise bir dönüm noktası tarih sayfalarında… Epeydir bunun üzerine kafa yorduğum doğrudur. Dilin bir hamle ile yazıya dökülmesi, hızla gelişimi ve beraberinde gelen uygarlık temalı diğer adımlar… Seslerin varlığından, yazının dünyasına geçiş öyküsü beni çok heyecanlandırıyor. Duyguları ve düşünceleri olmadan bir hiç olan insanoğlunun kalbinden, gözlerinden, ellerinden diline yansıyan öyle çok şeyi var ki anlatmak istediği… Kaybolan dilleri düşündükçe de deliye dönüyorum. Bütün bu kültürel aşınmalar tarihin katmanlarını alaşağı ediyor. Gelelim yazının diline! Bu konuda daha çok düşünmek gerek diyorum. Son dönemde okuduklarım, kulağıma çokça şey fısıldıyor ve ‘Hadi sen de anlat’ diyorlar. Bilirsiniz, işte o vakit, kelimeler yetişiyor imdadıma!..

sumerler, sümerler, arkeoloji, kültürel miras, mezopotamya, Sumer Uygarlığı

M.Ö 4000 yıllarında bugün “Mezopotamya” olarak andığımız bölgenin güneyinde kalan topraklarda, Dicle ve Fırat nehirlerinin Basra Körfezi’nden denize döküldüğü alanda yerleşen ve orada bir medeniyet kuran Sumerler. Bu halkın adı, bugün sanıldığının aksine “Sumer” değil tabi ki. Akkadların o bölgeye verdikleri bir isim “Sumer”. Oysa onlar, yaşadıkları sürece kendilerini “Kiengi”, “Kengir”, “Kenger” olarak tanıttılar. Tıpkı Anadolu’da bilinen ilk imparatorluğu kuran “Hititler”in, kendilerini var oldukları sürece “Neşalılar” olarak tanıtmaları gibi.

Belki büyük bir söz olacak ama; -bence öyle- bugün “uygarlık” dediğimiz şeyin tohumları her ne ve her nerede ise, hep Sumerlerin bize bıraktığı mirasla gün ışığına kavuşuyor. Milattan önceki dönemde öyle bir uygarlık hayal edin ki; hem okur-yazar hem kentli bir kültür inşa etmiş. Sumer kentleri gerçekten de sıradışı olarak nitelendirilebilecek pek çok toplumsal ve teknolojik gelişmeye ev sahipliği yapmıştır. Pek tabi konumuz gereği altını çizmek isterim ki; Sumer uygarlığı, icat ettikleri çiviyazısı ile keşfedildikleri tarihten itibaren eski uygarlıklar arasında en bilinen ve şüphesiz kendinden en çok söz ettiren topluluktur.

ziggurat, antik ur kenti, ırak, arkeoloji, kültürel miras, sümerler, mezopotamya kültürüBinlerce yıldır ağızdan ağıza aktarılagelen söylencelerin edebi eserler olarak yazıya aktarılması, bence bilginin insanlığın hizmetine sunulması adına atılan en değerli adımlardan biridir. İyi muhafaza edildiği sürece kolaylıkla bozulmayan kil tabletlerin üzerine yazılan Sumer belgeleri işte bu denli değerlidir. Yazının doğuşu ile söylenen sözün de ömrü uzamıştır. Insanın yaşadığı neyse diline düşen de o, öyle değil mi? İnsan hep yaşadıklarını, tecrübe ettiklerini, hafızasına kazınanları, hissettiklerini aktarmak istemiş. Kelimelerin kifayetsiz kaldığını hissetiği anda ise “efsane dili” yetişmiş imdadına. Gökyüzünün çağladığı, yeryüzünün gözleriniz önünde yeniden şekillendiğini hayal edin bir an için; tarifi çok güç değil mi?.. İşte Sumerliler de böyle dile getirmiş “Tufan”ın yarattığı sarsıcı olayları! Hem de “kendi başlarından geçmiş gibi anlatmışlar olayları. Belki de kendilerinden evvel gelenlerden duymuşlardı bunu. Bu olay, onlardan sonra gelenlerin de o kadar ilgisini çekmişti ki, Sami Akadlar M.Ö 1800 yıllarında ve 500 yıl sonra da 1200 yıllarında Akkadca olarak destan şeklinde yazmışlardır. Daha sonra Yunanlılarda, Tevrat’ta buluyoruz bu olayı; en son da Kur’an’da. Hepsi de aynı konuyu kendilerine göre yorumlamış ve yazmışlar. 19.yy ikinci yarısına kadar Sumerliler hakkında en ufak bir bilgi yoktu. 1850’den sonra kazılardan çıkan tabletler ve yazılarının, dillerinin çözülmesiyle Sumerliler tanınmaya başlandı. O günlerden bu yana yazdıkları bu belgelerin okunması sonucu hemen hemen bütün tarihleri ve kültürleri ortaya çıktı”[1].

nuh tufanı, gilgameş, gılgamış destanı, sümerler, sumer, sumerian, mezopotamya, kültürel miras, arkeolojiSumerler ve Tufan Olayı

Sumerler siyasi hayattan çekildiklerinde, geride bıraktıkları güçlü Sumer dili; her ne kadar konuşma dilinde yerini Akkadca’ya bıraksa da; dinsel ve ebedi dildeki varlığını İsa’nın doğumuna dek sürdürmeyi başarmıştır. O tarihten itibaren ise Sumer edebi eserlerinin üzerindeki çalışmalar da; mabetlerde okunan Sumer ilahilerinin izleri de yok oluveriyor tabi. Ya da bizler hala öyle sanıyoruz…

Yeryüzünde yaşanmış, bütün insanları yok etmeyi amaçlayan bir Tufan var bildiğimiz. Bize aktarılan bu. Öyle ise; insanlık için zaman -basit bir ifadeyle- “tufandan önce” ve “tufandan sonra” olmak üzere ikiye ayrılıyor. Semavi dinler de aynen böyle anlatıyor! Efsanelerin, söylencelerin yaşadığımız zamana ulaşmasını sağlayan yegane araç süphesiz ki yazı. O yazıların toplumsal hafızaya kazınmasının aracı ise kalbimizin üzerinde tuttuğumuz din kitapları. Anladığım kadarıyla(!) döngü böyle işliyor.

19.yy sonlarındaki arkeolojik keşiflerin ardından, 20.yy insanını şaşkına çeviren gelişmelerden biri de işte tam bu konuyla ilgili. Gün gelip anlaşılıyor ki; dili çözülen ve okunabilen Sumer edebi eserleri, bizzat semavi dinlerin anlattıklarını anlatıyorlar. ‘Yıl 1987’ diye başlıyor paragrafa Muazzez İlmiye Çığ kitabında, Londra Kraliyet Akademisi’nden Messer Shmit’in konferans sırasında dinleyicilerini şaşkına çeviren bilgileri paylaşmasını anlatırken: ‘Tevrat’ta Tanrı tarafından yazdırıldığına inanılan Tufan olayını, Sümer tabletlerinden okuyup anlatan konuşmacı, net cümlelerle bu bilgileri Gilgameş adındaki bir kahramana ait olan destanın son bölümünden okuduğunu açıklıyor. Geçmişten gelen bilgiler, nasıl oluyor da kanıksadığımız ve hatta tabulaştırdığımız bilgileri gelip de yerinden oynatabiliyor böyle? Aman Tanrım! Bir tufan daha…

21.yy ağzıyla -hadi özgür düşüncenin çemberinden geçmiş aydınlar olarak diyelim şuna- cümlelerimizi gayet kolaylıkla kurabiliyoruz bu gibi durumlarda. Öyle değil mi? ‘Burası Türkiye, ah ne saçmalıyorum ben böyle?..’ Birden iç sesim ortaya çıkıverdi, maalesef durduramadım. Sözün kısası, bugünden bilmiş bilmiş tarihe bakıp konuşmak çok kolay. Asıl olan o günün dinamiklerine ulaşabilmekte. Tarihe mal olan olaylar bir yanda tartışıladursun, sözlü ve pek tabi yazılı kültür aracılığıyla varlıklarını korumayı hep başaran gerçekliklere bin şükürle sarılma vaktidir. Saklanıp, örselenseler dahi; bir şekilde, doğru zaman ne zamansa o zaman açığa çıkıp insanoğluna “yeniden” yol gösterme görevinde daima muvaffak olacaklarına eminim. Bakınız efendim; Göbeklitepe arkeolojik bulgularının ortaya çıkış tarihi ve şekli.

asurbanipal kütüphanesi, babil, sümerler, arkeoloji, kültürel miras, asurlular, asurbanipalNerede kalmıştık? Tufan diyorduk. Hikayeye göre, 7 gün 7 gece süren zaman diliminde yaşanılanlar öylesine şiddetli etkilere sahip ki, destanlar aracılığıyla sonraki nesillere aktarılmak istenmesi hiç de şaşırtıcı değil. Üstelik tarihin her döneminde kahramanlara ihtiyaç duyulmuştur. Güçlü ve cesur ama aynı zamanda akılcı ve adaletli kişilere… Sumerce yazılan Tufan’ı bize anlatan kişi “Gilgameş” adlı destan kahramanıdır. Adının okunuşuyla ilgili halen bir söz birliğine varılmamıştır. “Gilgameş”in ilk hecesi olan “gil” işaretinin Sümerce’de aynı zamanda “bil” okunuşu da var olduğundan, bu adın Gilgameş mi Bilgameş mi olduğu konusu tartışmalı olarak kalmıştır. Ancak yazıldığı dilde kelime anlamı nettir: Gilgameş/Bilgameş, “her şeyi bilen, çok bilgili olan” demektir.

Destanın kahramanı Gilgameş zamanında yazılmış herhangi bir belgeye ulaşılamadığı için gerçekte yaşayıp yaşamadığı da hala tartışmalıdır. Ancak bununla birlikte yaşadığına dair ipuçları da elde edilmiştir. Kendisiyle çağdaş olduğu düşünülen Kiş kenti kralı Agga ile güç çekişmeleri yaşadığı, Nippur kentindeki Tanrıça Ninlil Tapınağı’da yer alan Tummal Yazıtı’nda tapınağı inşa eden ve ayrıca onaran krallar listesinde Gilgameş’in adı geçmektedir. Çeşitli vazolara da Gilgameş adı işlendiği görülmüştür.

Bugün üzerine kafa yorduğumuz destan toplam 11 tablet üzerine yazılmıştı. Kırıklar ve tahribatlar olduğu için okunamayan tabletlere ragmen, Tufan olayını anlatan 11.tablet ise her nasılsa en iyi şekilde korunagelip bugüne ulaşmıştır. Tanrının bir hikmeti… M.Ö 700 yıllarında yaşamış olan Kral Asurbanipal’in kitaplığından gün yüzüne çıkarılan bu tabletler, sanılanın aksine, sadece Mezopotamya’ya değil, tüm kültürlere ışık tutan, hala da anlamlandırılmaya çalışılan paha biçilmez bir mirastır. Hadi gelin evvel zaman içinde yaşanan bu hikayenin peşine takılalım şimdi birlikte!

muazzez ilmiye çığ, bilgekualayaziyor, arkeoloji, sümerolog, çiviyazısı, kültürel mirasGilgameş’in Hikayesi

Tarihin ilk kahramanı Gilgameş’in hikayesini üstad Muazzez İlmiye Çığ’dan okuyalım:

“Mezopotamya’da Tufan öyküleri 2000 yıl içinde 3 ayrı zamanda, ikisi Akadca biri Sümerce yazılmış olarak bulundu. Ilk okunan Tufan efsanesi M.Ö 700 yıllarına tarihlenen Assur Kralı Asurbanipal Kütüphanesi’nden çıkmıştı. Aslında o, 12 tablet üzerine yazılmış Bilgameş/Gilgameş Destanı’nın 11. Tabletine eklenmiş bir öykü idi. Bilgameş/Gilgameş M.Ö 2900lerde yaşadığı tahmin edilen Uruk şehri kralı, kral listesine göre 126 yıl krallık yapmış. Onun annesi Tanrıça Ninsun, babası Uruk kralı olan Lugalbanda. Annesi tanrıça olduğu için onun da 1/3’ü tanrı, 2/3’ü insanmış. O tanrılar tarafından akılla donatılmı; her şeyi bilen ve Tufan’dan önceki olayları bilerek anlatan bir kral. O, Uruk şehrine görkemli bir duvar yaptırıyor. Öyle ki, ona karşıdan bakılınca bakır kaplanmış gibi parlıyor. O işleri yaparken halkını kullanarak çok çalıştırıyor. İnsanlar evlerine gidemez oluyorlar. Onu biraz yavaşlatmak için tanrılar bir orman adamı olan Enkidu’yu yaratıyorlar. O bir mabet fahişesi tarafından insan gibi eğitildikten sonra Bilgameş/Gilgameş’e arkadaş oluyor. Bilgameş/Gilgameş, ‘insanlar ölüyor ben de öleceğim. Adım sanım yok olacak. Adımı yok etmemek için ülkeme yararlı işler yapmalıyım’ diyor ve arkadaşı Enkidu ile büyük zorluklara ve tehlikelere göğüs gererek ülkesine kereste getirmeyi engelleyen ormandaki ejderhayı, zararlar verecek gök boğasını öldürüyorlar. Sonunda da Enkidu hastalanıp ölüyor. Buna çok üzülen Bilgameş/Gilgameş ölümsüzlüğü aramak için yollara düşüyor. Duyduğuna göre ölümsüz olan tek kişi varmış ve o da Tufan’dan kurtulup tanrılar bahçesinde yaşayan Utnapiştim’miş. Bilgameş/Gilgameş onu bulmak için yola çıkıyor. Çok uzun ve serüvenlerle dolu bir yolculuktan sonra Maşu adlı iki tepeli dağa ulaşıyor. Orada her gün güneşin doğuşunu ve batışını izleyen ve dağı bekleyen akrep adamlarla karşılaşıyor. Onlar onun nereye gitmek istediğini biliyorlar, ama yine de o gitmek istediği yeri, nedenini anlatıyor. Onlar da oraya gitmenin imkansız olduğunu söylüyorlar. Bilgameş/Gilgameş dinlemiyor ve onlara dağın kapısını açıp onu bırakmalarını rica ediyor. Kapı açılıyor ve yoluna devam ediyor. Giderke birden öyle karanlık içine giriyor ki, ne önünü ne arkasını görebiliyor. Yine uzun bir yürüyüşten sonra yüzüne kuzey rüzgarı çarpıyor. Tekrar uzun bir yürüyüşten sonra güneşin ışıkları etrafı aydınlatıyor. Bu kez dallarında yakut, zümrüt ve lacivert taşlarından (lapis lazuli) oluşan bir meyve bahçesine giriyor. Büyük bir şaşkınlıkla etrafına bakarken Güneş Tanrısı Şamaş ona seslenerek, ‘Aramaya gittiğin ölümsüzlüğü bulamayacaksın, bu istekten vazgeç!’ diyor. Bilgameş/Gilgameş de ona, ‘Bu kadar yerleri dolaşıp geldikten sonra kendimi toprağa gömüp uyuyayım mı? Ölüler güneş görmezler, bırak gözlerim güneşi görerek mutlu olsun’ diyerek yürümesini sürdürüyor ve bir deniz veya bir küçük su kenarına ulaşıyor. Orda yarı tanrıça olan Siduri adlı bir kadın meyhane işletmektedir. O yarı tanrıça olduğundan Bilgameş/Gilgameş’in serüvenlerini bildiği için ona ‘Orman ejderhasını, gök boğasını öldüren sen ne arıyorsun buralarda?’ diyor. Bilgamş/Gilgameş de ona, arkadaşı Enkidu’nun ölümü üzerine çok üzüldüğünü, ölümsüzlüğü bulmak için oralara geldiğini anlatıyor. Kadın ona, “Ölümsüzlüğü tanrılar kendilerine almışlar, onus vermezler sana. Sen elindeki yaşamın tadını çıkarmaya bak, ye, iç, bol bol eğlen, gül’ diyor. Bütün bunlara karşın Bilgameş/Gilgameş yine ondan kendisine yol göstermesi için yakarıyor. Kadın ‘Şimdiye kadar bu denizi Güneş Tanrısı Şamaş’tan başka aşan olmadı, burası ölüm denizidir, geçilmez. Yalnız karşıda gördüğün Utnapiştim’in kayıkçısı Urşanabi geçirebilir’ diyor. Bilgameş/Gilgameş Urşanabi’ye yaklaşarak durumunu ve ne istediğini büyük bir üzüntüyle anlatıyor. Urşanabi bu ölüm denizini geçebilmesi için kürek olarak kullanmak üzere ormandan 30 metre uzunluğunda 120 ağaç kesip getirmesini söylüyor. Bilgameş/Gilgameş söyleneni getiriyor, tekneye biniyorlar. Ölü suyuna el değmemesi gerek. Bunun için kullanılan kürekleri atarak Utnapiştim’in bulunduğu yere geliyorlar. Kenarda onların gelişini merakla bekleyen Utnapiştim de ona bu yorucu yolculuğu beyhude yere yaptığını, tanrıların meydana getirdiği büyük bir Tufan’dan hem insanların, hem hayvanların soyunu kurtardığı için tanrılar tarafından ölümsüzlüğün yalnız kendisine ve karısına verildiğini, o yüzden bunu başkasının elde etmesinin olanaksız olduğunu söylüyor. Arkasından bu büyük Tufan’ın nasıl olduğunu ve bu ölümsüzlüğü nasıl kazandığını anlatıyor.”[2]    

gilgameş, gılgamış destanı, sümerler, arkeoloji, kültürel miras, mezopotamyaSonsöz Niyetine…

‘Uruk kenti kralı Gilgameş’in bu destan aracılığıyla bize anlatmak istediği nedir?’ Bu soru uzun yıllardan beri üzerine düşünülen ve türlü cevaplara kavuşan bir soru elbette. Ancak yapılan her yeni okuma yeni cevaplara da gebe…

Bugüne ulaşan Gilgameş/Bilgameş’in hikayesini Asurbanipal kitaplığında bulunan tabletlerden öğrendik. Tabletlerin en başında şöyle yazar: “Her şeyi bilenin tableti, Gilgameş Serisi, Dünya Kralı Asurbanipal’in Kitaplığı”. Gilgameş’in bilgeliği, Orta Asya kültüründen günümüze ulaşan söylencelerle; Oğuz Kağan Destanı’nda ve hatta Dede Korkut masallarında hikayeleştirilerek anlatılan yaşamsal öğütlerle ne kadar da benzeşiyor değil mi? Alın size yeni bir sorunsal daha… Okudukça, araştırdıkça, peşini bırakmayıp derinleştikçe hayat nasıl da farklılaşıyor, nasıl da güzelleşiyor?.. Sumerler döneminden günümüze ulaşan pek çok bilgi bizi yaşamakta olduğumuz dünyanın kadim bilgilerine ulaşmaya açıkça davet ediyor. Bu gözle baktığımızda ipuçları bizi derinlerdeki bilgilere yelken açmaya daha da cesaretlendiriyor. Ne dersiniz?

asurbanipal, asurlar, asurlular, arkeoloji, kültürel miras, mezopotamyaSoruyu sordum ve içimden istemsizce şöyle dedim: ‘Heyhat zaman!’. Bir kavram olarak zaman hayatın her daim içinde bir yerlerde geziniyor. Gariptir ki son günlerde; “zaman” kavramının giderek bizden uzaklaştığı algısı iyice dillendirilir oluverdi. Sizin de kulağınıza çalındı mı? Zaman dediğimiz şey, öyle koşan, kaçan bir şey midir ki? Zamanı yakalamak deyimi peki neler düşündürüyor size? İnsanı, zamanı yeniden anlamlandırmaya sürükleyen içinde bulunduğumuz son bir buçuk yıllık dönem ve -belki kulağa iddialı gelebilir ancak- bence bundan sonraki birkaç yıl daha ne yaş ne de sosyal statü ayırmaksızın herkesin peşinde koşacağı yeni bir “zaman” algısından bile söz etmek mümkün olabilir. Kimi körü körüne düne bağlı; kimi dünü bugünde arıyor, kimi bugünden bezmiş; kimi yarını düne bulamaya çalışıyor; kimi de bugünü dünden koparma gayretinde! İnsan her daim kendi varlığından öyle emin ki; nedense anlamını yitirmekte olan hep “zaman” oluyor. Bunu kesinlikle bir kez daha düşünmek gerek dostlar!

gilgameş, gılgamış destanı, arkeoloji, sümerler, nuh tufanı, kültürel mirasGilgameş’in hikayesinde okuduklarımız o döneme mercek tutmamızı sağlıyor şüphesiz. O zamana, şimdi “tarih öncesi” deyiverdiğimiz o zamanın toplumlarına bakmamızı; tarih öncesinin insanlarına yakından bakma olanağı sunuyor. İşte yaşayan, yaşatılan kültürel miras tam da bu demek!

Yaşama nefesiyle can katan insan, insanın elinde, dilinde yoğrulan kültür, toplum ve zaman… Ama hep zaman hep zaman! Her yazının bir okuyucusu vardır, öyle değil mi? Her zamanın okuyucusu da ayırt edilebilir niteliklerle donatılmış gibi, diğer zamanlarınkinden farklıdır. Insanoğlunun anlam arayışı devam ededursun, zaman akıyor. Zamanın ruhu dönüşüyor. İnsan yazdıkça, sözler zamanda mühürleniyor. Kiminin üstünü toprak örtüyor, kiminin kaderi belirsiz…  Toprağı kazan bir arkeolog tarafından yeniden gün ışığına kavuşanlar yeniden yaşama dahil oluyorlar. Bekleyişleri son buluyor ve yeniden zamanın ruhuyla temas ediyorlar. Okuyucu buldukları sürece tabi…

Dil söze; söz yazıya; yazar sanatına, sanat insana sıkısıkıya bağlı. Her varlık kendince yaşamaya sevdalı! Arkeolog toprağın altında yatan mirası aramaya, araştırmaya, yaşatmaya tutkun. Gün ışığına kavuşmayı bekleyen tüm kültür varlıklarının yolunun o tutkuyla kesişmesi dileğiyle!..

Yazan, yaşayan ve bilgiyi yaşatan tüm bilgelere saygıyla…  

 

 

Kaynakça:

[1] “Sumerlilerde Tufan, Tufan’da Türkler”, Muazzez İlmiye Çığ, Kaynak Yayınları.

[2] “Sumerlilerde Tufan, Tufan’da Türkler”, Muazzez İlmiye Çığ, Kaynak Yayınları.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Scroll to top
error: Content is protected !!