Bir Hayali Gerçekleştirmek
Bazı yolculukların yıllar boyunca hayalini kurarsınız... Dünya gözüyle bir kerecik görmeyi arzuladığınız o yer içten içe bir seyahat özlemine sürükler sizi. Hele bir de benim gibi Anadolu medeniyetlerine tutkuyla bağlıysanız yolculuk hayalleri sık sık rüyalarınızı böler.
Hakkındaki araştırmaları, haberleri ilgiyle okuduğunuz, yakından takip ettiğiniz tarihi mekanlar, kültürel eserler vardır. Yaşadığınız yerden çok uzaktadırlar. Ve gitmek için zaman uygun olmamıştır bir türlü. Oysa bir kez olsun orada bulunmak için can atar durursunuz. Peki ya oraya gitme fırsatı yakalarsanız?.. İşte tam da böyle bir yol hikayesi paylaşacağım sizlerle. Türkiye'nin batısından güneydoğusuna uzanan, her uğrağı tarihi derinliklere açılan özel bir yolculuk hikayesi bu.
Esasen, Tanrılar arasında ebediyete uzanmak isteyen bir Kralın hayali beni bu yollara düşüren. Bir yanda Fırat Nehri, diğer yanda Torosları da kapsayan dağ silsilesinin çizdiği muhteşem manzarada zamana meydan okuyan dev heykellerin dağı Nemrut. Taşlaşmış siluetler, 2150 metre yükseklikteki yeryüzü tahtlarında oturmuş tarihe gömülen kadim bilgileri koruyor gibiler... Dünya değişmeden onları kendi mekanlarında ziyaret etmek de benim hayalim!
Bakma Oku! Durma Harekete Geç! Yola Çık!
Sanırım yolculukları düşündüğümde içimdeki şair yan cesaretle ortaya çıkıyor. Kimbilir, beni şair gibi konuşturan belki de bu güzel topraklar... 'Anadolu sevgisini tadan bir yürekte ateş küllenmez', derler. Tam da böyle bir duygu içimde yanan. Anadolu'da güneşin değdiği her yer ayrı bir renk, ayrı bir değer yaratmış; günümüze de rengarenk bir kültür harmonisi ulaşmış. Sizi temin ederim, yakından görmeye değer!..
Doğa ile zaman öyle iç içe bir saç örgüsü ki insanoğlunun her anını başka bir ruhla yönetmekte sanki. Bazen rüzgarla, bazen rüzgara karşı; uzun saatler boyu kavurucu güneşte ya da ansızın bardaktan boşanırcasına yağan yağmurla yol aldığınız her kilometrede anda kalmayı başardığınız sürece keyfi hiç bitmeyen bir yolculuk tatma şansınız artıyor. Gezgin ruhlu seyyahlar bunu bilir. Yolda olmayı sevenler, hadi el kaldırın!..
Hayat, her coğrafyada başka başka insanların emeği ile yoğrulup şekilleniyor. Anadolu kültür mozağinin yapı taşı da bu çeşitlilik. Farklı şehirlere, yerleşimlere yol aldıkça bunu daha iyi anlıyorsunuz. Kültürel doku sanıldığının aksine çok da kırılgan. Çünkü sadece bilgi ve tecrübeden ibaret değil, yaşanan tüm duyguları da yüklenmiş sırtına. İnsanın insana mirası yaşanmışlıklarla yüklü.
Güzel Anadolu... Efsane krallıkların, Nuh Tufanı'nın, Gılgamış Destanı'nın toprakları. Güneşin doğduğu ve medeniyetlerle yükseldiği topraklar... Anadolu'da her yol başka bir hikayeye açılır...
1.Gün: İstanbul'dan Kayseri'ye...
Sabah 06:15'te aracın kontağını çevirdi babam. Annem içinden dualar ediyor. Yolumuz açık olsun deyip, hareket ediyoruz. Çok heyecanlıyım. Gece uyuyamadım. İlk kez yurdun güneydoğusuna gidiyorum. Mezopotamya efsanelerine konu olan yollar, anıtlar, sıradağlar boyunca yol almak... Hala rüyada gibiyim, aman beni uyandırmayın!
Yaklaşık sekiz saatlik yolculuğumuz sonrasında Kayseri'ye varıyoruz. Otele haber edip, rotayı vekit kaybetmeden Erciyes Dağı'na çeviriyoruz. Her daim karlı olan zirvesi, saçlarına ak düşmüş bilge atalar misali, asil ve azametli. Erciyes, benim için bu şehrin değişmez simgesi. Yükseklik arttıkça tatlı bir serinlik alıyor doluyor aacın camlarından içeri... Kışın beyaza bürünen dağ etekleri yeşilden kahverengine çalan yazlık tonlarıyla karşılıyor bizi. Hava nasıl da temiz!.. Telefrik sırası beklerken mavili morlu çiçekler çarpıyor gözüme. Nice şiirlere konu olan yükseklerde açan çiçekler...
Kısa sürede Erciyes Dağı'nın ilk misafir durağındayız. Kış aylarında uygun kıyafeti olmayan ziyaretçilerin donma tehlikesine karşı önlem amaçlı olarak dağın üst kesimlerine çıkış durdurulmuş. Bu uygulama benim için biraz üzücü oldu, çünkü daha yüksek bir mevkiden Erciyes'i seyretmek istiyordum. Yine de çok keyifliydi. Akşam güneşiyle sarıya boyanan, serin bir terasa misafir olduk. Çayımızı içtik, nefeslendik. Usulca üstümüzdeki yol yorgunluğununu aldı götürdü taze rüzgarlar.
2.Gün: Kayseri'den Malatya'ya...
Erciyes manzaralı güzel bir kahvaltının ardından hızlıca yola çıkıyoruz. Bu günkü yol hedefimiz, Malatya şehir merkezine ulaşmak. Ama öncesinde birkaç keyifli molamız olacak...
Tarih boyunca önemini hiç kaybetmemiş bir şehir Kayseri. Bilinenilk adıyla “Mazaka”, Roma döneminde “Caiseria”, Selçuklularda “Kayseriye” ve günümüz Türkiyesi'nde “Kayseri” denince akla hemen ticaret geliyor. Yollar, kervanlar ve hanlar Kayseri'de tarihin bize mirası. Efsanevi İpekyolu, hemen hemen hiçbir ülkede Anadolu'daki kadar yaygın yol ağına sahip değil. Kuşkusuz, Selçuklu eseri kervansarayların bunda etkisi büyük. Amacı, yolcu, hayvanlar ve ticari eşyaların güvenliğini sağlamak olan bu devasa yapılar, kale gibi duvarlarla çevrelenmiş, kendi içlerinde gelenekselleşen “kabul ritüelleri” ve disiplinli işleyişleriyle övgüye değer oluşumlar.
Bizim bugünkü ilk durağımız, taş işlemeciliğinin en çarpıcı örneklerinden biri olan Karatayhan. Kitabesine göre, Alaeddin Keykubat zamanında başlayan kervansarayın yapımı, II. Keyhüsrev zamanında 1235-1241 yıllarında tamamlanmış. Düzgün kesme taşlar ve mermerden inşa edilmiş, sultan hanı planındaki yapı, avlu ve kapalı bölümlerden oluşuyor. Kapalı kısmın ortasında aydınlık feneri bulunuyor. Oldukça iyi bir durumda günümüze kadar gelen Karatayhan hem mimarisi hem de hayvan motifli iç ve dış süslemeleriyle çok özel bir Selçuklu eseri.
Biz, bu güzel molanın ardından, tekrar gelmek sözüyle Kayseri'den ayrılıyor ve yola devam ediyoruz. Kayseri-Malatya karayolu Sivas il sınırı içinden geçiyor. Yüksek dağlara sevdalı biri olarak bu yoldan aklımda kalan, 1250 metre rakımı ile Gürün ilçesi. Yöre, açık kahve tonlarında, katmanlı dağlık yapısıyla etkileyici bir görselliğe sahip. Fotoğraf çekmeyi sevenler için keyifli bir tercih olabilir...
Durun, kısaca içinde bulunduğumuz anı tasvir edeyim size: Direksiyonda tecrübeli şöförümüz babam dikkatle yola bakıyor, ön koltukta haritalarım, not defterim ve dijital araçlarımla güzergah tespitinden sorumlu olan ben oturuyorum; arka koltukta ise yolculuğun tadını çıkaran güzel kızım ve sevgili anneciğim yiyecek bir şeyler atıştırıyor. Keyifli bir serüvenin içinde oradan oraya sık aralıklarla hareket ediyoruz. Her yönüyle, bugüne kadar çizdiğim en uzun ve bence en çılgın rotadayız. Bu seyahati daima gülümseyerek hatırlayacağım...
Malatya'ya varmadan önceki son durağımız olan Levent Seyir Terası'na doğru aracımızı hareket ettirdik. Çok geçmeden hedefimizdeyiz. Burası 1400 metre rakımda, vadi tabanından 240 metre yükseklikte inşa edilmiş, cam teraslı bir alan. Ziyaretçilerine, muazzam bir yükseklik deneyimi sunuyor. Terasa adını veren Levent Vadisi ise, bünyesindeki 65 milyon yıl öncesine uzanan kaya ve farklı jeolojik oluşumların varlığı ile dikkat çekiyor. 28 kilometrelik alanda uzanan vadi başlı başına doğal bir güzellik. Seyir terasında heyecanlı bir yürüyüş yaptıktan sonra bugünkü varış noktamız olan şehir merkezine hareket ediyoruz.
3.Gün: Malatya Şehir Merkezindeyiz
Boğazköy'de saptanan yazılı kaynaklara göre önce “Malitiya”, “bal ülkesi” anlamına gelen Hititçe bir kelimeden temel alıyor; sonrasında Urartu ve Yeni Asur kaynaklarında ise “Meliteya”, “Melid” ve “Meliddu” ve günümüzde ise Malatya. Eski Çağ Coğrafyacısı Strobon ise zeytin, üzüm ve meyve ağaçlarıyla benzersiz bir yöre olan “Melitene” adıyla bahsediyor Malatya'dan.
Dünün yol yorgunluğu henüz üstümüzden silinmeden sabahın erken saatlerinde kahvaltımızı yapıp şehir içi uğraklarımıza doğru hareket ediyoruz. Sıcaklık iyiden iyiye hissettiriyor kendini... Tabelaları takip ederek Malatya'nın tarihine ışık tutan Arslantepe Höyüğü'ne varıyoruz. Burası Orduzu mevkiinde, meyve bahçeleri ve tarlaların arasında yükselen yapay bir tepe. Yürütülen kazı çalışmaları sonucunda, yıllar içinde birbiri üzerine inşa edilen yerleşim alanlarının altında, günümüzden 5000 yıl kadar önce inşa edilen içi duvar resimleriyle bezeli bir saray kompleksi keşfedilmiş. Bu sarayın girişinde yer alan ve M.Ö 1OOO yılına tarihlenen taştan yapılmış iki arslan heykelinin ise bölgeye adını verdiği kabul edilmekte. Heykellerin orjinalleri halen Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde sergileniyor.
Saray içinde yer alan, kireçten yapılmış ince bir sıva üzerine karbon ve aşı boyası kullanırak resmedilen kırmızı ve siyah renkteki şematize figürler günümüze kadar bozulmadan ulaşmış. Görevli rehber eşliğinde görülebiliyor. Yine, o dönemde hızlı bir gelişmeye işaret eden, bakır, kurşun, gümüş ve altın alaşımlarından yapılan metal eserler ise Malatya Arkeoloji Müzesi'nde sergileniyor. Kazı alanından sonra müzeyi de görmenizi tavsiye ederim. Zira, bünyesinde pek çok orjinal eseri barındırıyor.
Arslantepe, bu kısa anlatıyla ifade edemeyeceğim kadar önemli bir arkeolojik alan. Küçük bir alıntıyla sözlerimi tamamlamak istiyorum: “Arslantepe M.Ö 4000 yılında, yeni gelişen ekonomik, politik, dinsel ve yönetimsel bir merkez olarak doğmaktaydı. Ortaya çıkarılan anıtsal kamu binası, çanak çömlekler, metal silahlar ve etkileyici binlerce mühür baskıları, dünyanın en erken devlet sistemlerinden birinin burada olduğunu belgeler. Dolayısıyla, Arslantepe'deki kanıtlar, bu karmaşık olgunun sadece Mezopotamya'da değil, aynı zamanda Doğu Anadolu'nun dağlık bölgesinde de gerçekleştiğini açıklar”. (Arslantepe, Malatya Müzesi Müdürlüğü tanıtım kitapçığı)
M.Ö 8. yüzyılın sonunda Arslantepe'nin terk edildiğini ve Geç Roma Dönemi'nde yeniden yerleşim aldığı biliniyor. Bu yerleşim alanı Eski Malatya yani günümüzdeki Battalgazi ilçesidir. Ve yüzyılların ardından Selçuklu gibi ileri medeniyetlere de ev sahipliği yapan Eski Malatya'ya doğru yol alıyoruz. Kısa bir dinlenme molasının ardından, İran'da bulunan Büyük Selçuklu camilerinin Anadolu'daki ilk ve tek örneği olan Ulu Cami'deyiz. 1224 yılında Selçuklu hükümdarı Alaaddin Keykubat zamanında inşa edilmiş; çini mozaiklerle bezenmiş sütunları, avlusu, geometrik desenler ve tuğla ile örülmüş kubbesiyle muazzam bir eser Ulu Cami. Malatya'ya yolu düşen herkes mutlaka bir kez ziyaret etmeli...
Vakit öğleden sonra, güneş ağır bir sıcakla bizi izliyor. Soğuk içeceklerimizi tazeleyip, rotamızı Adıyaman'a çeviriyor ve yeniden şehirlerarası bir yolculuğa başlıyoruz. Doğrusu içim içime sığmıyor... Uzun yıllardır kurduğum bir hayale giderek daha da yaklaşıyorum. Bu inanılmaz!.. Yol aldıkça bitki örtüsü de farklılaşıyor, kayısı ağaçlarının yerini kısa boylu fıstık ağaçları alıyor. Ve tabelada “Nemrut Dağı” yazısını görüyorum. Tatlı bir sevinç çığlığı ile Adıyaman'a varıyoruz. Öyle hemen durup dinlenmek olmaz tabi. Hiç araçtan inmeden, soluğu şehrin diğer ucunda yer alan Perre Antik Kenti'nde alıyoruz. Son dönemde, seyahatlerimin hiç birinde bu kadar misafirperver, sıcak ve güleryüzlü müze görevlileri ve işletmecileriyle karşılaşmadım. Kendilerini hep sevgiyle hatırlayacağım.
Mezopotamya kaynaklarında "Pirin" ya da "Perin" olarak geçen Antik Perre'nin kuruluşu Hellenistik döneme uzanır. Yamaçlarda yer alan, kayalara oyulmuş 208 adet kaya mezarı ile Erken Roma Dönemine ait bir nekropol alanı göze çarpar. Ancak öncesinde, Kommagene Krallığı'nın beş büyük kentinden biridir. Melitene (Malatya) ve başkent Samosata'yı (Samsat) birbirine bağlayan yol üzerinde konumlanması nedeniyle kent jeopolitik önem taşır.
Hissedilir derecede yorgunluk artık ayaklarımızı dile getirse de arkeolojinin derinliklerinde gezindiğimiz bugün lezzetli bir akşam yemeği ile sona eriyor. Şimdi dinlenme ve yarınki program için güç toplama zamanı. Sabahı Malatya'da başlayıp, akşamı Adıyaman'da sona eren bugünü şu an yazıya döküyor olsam da, bana hala rüya gibi geliyor. İlber Ortaylı'nın sözü çınlıyor kulaklarımda. Diyor ki, “arkeolog fanilerin ebedi hayattakilerle bağlantı kuranıdır”. Biz kültürel miras gönüllüleri de günümüzün seyyahları olarak, bu alanda emek veren saygıdeğer meslek uzmanlarının çalışmalarıyla, geçmiş ve geleceğin kesiştiği bu ölümsüz kültür miras varlıklarını tanıma, öğrenme, yaşama fırsatı buluyoruz. Emeği geçen herkese saygı ve minettle...
4.Gün: Adım Adım Nemrut Dağı
Öğle saatlerinde, Kahta ilçesine doğru yola çıkıyoruz. Bugün, büyük gün! Hasan Bülent Kahraman, "bazı hayaller bazen bir ömür boyu sürer. İnsan onları içinde taşır, ya gerçekleşirler ya gerçekleşmezler. Biraz da o hayalleri gerçekleştirmek içindir yaşamak" diyor. Nasıl da hislerime tercüman cümleler...
İlk ziyaret edeceğimiz yer, Nemrut Dağı Milli Parkının giriş kısmında yer alan Karakuş Tümülüsü. Dört Kommagene Kraliçesinin anıt mezarının bulunduğu bu alan yaklaşık 20 metre yükseklikte bir tümülüs. Güney cephesinde dikili olan sütun üzerindeki büyük kartal heykeli nedeniyle yöre halkı tarafından bu adla anılıyor. Kartal “gökteki gücü”; doğu sütununda yer alan boğa heykeli de “yerdeki gücü” temsil ediyor. Kommagene Kralı II.Mitridates tarafından annesi İsias, kız kardeşleri Laodike ve Antiochis ile yeğeni Aka için inşa ettirilen mezarlar kutsal bir temenos olarak tasarlanmış. Ancak günümüze tahrip olarak ulaşabilmiş.
Ve yola devam ediyoruz. Yaklaşık 10 kilometre sonra, antik Canibas (Cendere) Çayı üzerinde yer alan Septimus Severus Köprüsü'ne varıyoruz. Köprünün arkasında çok güzel bir kanyon manzarası yüksekliyor. M.S 1. yüzyıl sonlarında Somasata'da karargahı olan 16. Roma Lejyonu tarafından taş blokların üst üste bindirilmesiyle, hiç harç kullanılmadan inşa edilen köprü, 30 metre yükseklikte ve 120 metre uzunluğunda. Anıtsal Roma mimarisiyle günümüze neredeyse hiç bozulmadan ulaşan muhteşem bir eser. Zaman bu köprüde durmuş gibi...
Biraz soluklamak ve sıcak saatleri atlatmak için köprünün girişinde bulunan dinlenme alanına giriyoruz. Doğrusu bu bölgedeki çayın lezzeti bir başka. İnsanları ise canayakın... İşletme sahibi ile demli çaylar eşliğinde tarih temalı bir sohbetin içinde buluyoruz kendimizi. Nemrut Dağı'na olan ilgim bugün beni biraz şanslı kılıyor sanırım. Az sonra ziyaret edeceğimiz Arsameia köyünün muhtarı ile tanışıyoruz. Tatlı tesadüfler... Bölgenin tarihini ve güncel yaşamını bir de bu topraklarda doğup büyümüş iki güzel insandan dinliyoruz. Yeni insanlar tanımak, farklı yaşamlara dokunmak... Belki de seyahat etmenin en güzel yanı bu!
Ziyaret listemizde yer alan Yeni Kale'nin restorasyonda olduğunu öğreniyoruz. Öyle ise, sarp kayalıklar üzerine kurulu, Orta Çağ etkileri taşıyan bu büyük yapının fotoğraflarını dışarıdan çekerek yola devam edeceğiz.
Bir sonraki durağımız ise “Eski Kahta Kalesi” olarak anılan Arsameia ören yeri. Dağın yüksek bir yamacına konumlanmış olan antik eserleri görebilmek için oldukça dar bir yolda inişli çıkışlı, pür dikkat yürümeniz gerekiyor. Bu ziyarette ayakkabı seçimi önemli!.. “Buralar, krallığın yazlık yönetim merkeziymiş” diye anlatıyor Muhtar.
Gençliğinde karşı tepede çobanlık yaparmış. Sözlü gelenekten kendisine ulaşan tüm bilgileri aktarıyor bize. Şehrin Kommagene krallarının atalarından olan Arsames tarafından M.Ö 3.yüzyılda kurulduğu ve bir hierotheseion (kutsal alan) olarak günümüze dek korunduğu biliniyor. Yürüdükçe büyüyen güzellikte bir dağ manzarası eşilik ediyor bize. Ilık rüzgar her adımda daha sert esiyor. İlk önce karşımıza Apollon-Mithas kaya anıtı çıkıyor. Hem de şaşırtıcı canlılıkta! Hayran bakışlarımı gören Muhtar, “daha bir şey görmedin” diyor. Gülüyoruz... Kısa süre sonra, Kral Antiochos ile Tanrı Herakles'in tokalaşma sahnesinin yer aldığı kaya kabartmasını görüyoruz. Sanki daha dün yapılmış gibi... Dağ, kendine miras olan bu değerleri inanılmaz bir özenle korumuş ve bizlere ulaştırmış diye düşünüyorum. Burası bir arkeoloji cenneti!.. Hemen alt tarafta ise, Anadolu'nun en büyük dini ve sosyal içerikli Grekçe Yazıtı bulunuyor. Yazıt, dini amaçlı olduğu bilinen çok basamaklı bir kaya dehlizin girişinde yer alıyor. Bol bol fotoğraf çektikten sonra yürümeye devam ediyoruz. I. Antiochos'un babası Kral Mithridates'in mezarı ve üst kısımdaki saray kalıntılarına ulaşıyoruz. Ve ören yerinin girişine geri dönüyoruz. Birer bardak çay içip dinlendikten sonra, konuksever yöre sakinlerine teşekkür ediyor ve Nemrut Dağı'na doğru hareket ediyoruz. O anlarda heyecan dorukta tabi...
Araçla çıkılan son noktaya vardığımızda bizi Nemrut Dağı Tesisi karşılıyor. Bu noktadan sonra dağa gidiş-dönüşler, 15 dakikalık aralıklarla düzenlenmiş olan servislerle sağlanıyor. Servisten indikten sonra ise 600 metrelik dik bir yürüyüş bekliyor bizi. Batı cephesinden gitmemiz öneriliyor. Burada rahatça yürüyebileceğiniz bir yol yapılmış. İrtifa arttıkça nefes alışverişimizi dengelemekte güçlük çekiyoruz. Her adımda rüzgar kendini daha fazla hissettiyor. Havada Temmuz ayı sıcağından eser kalmıyor. Mevsim de zaman da değişti adeta. Artık tatlı bir sonbahar akşamüstündeyiz... Ne yazık ki, bacakları çok yorulan anneciğimi yolun yarısında bir bankta dinlenmeye bırakıyor ve biz devam ediyoruz. Gün batımına az kaldı. Manzara beni büyülüyor. Soluk soluğa kalsam da yanımda koşar adımlarla seyreden sevimli kızımın heyecanı ve bizi biraz arkadan takip eden babamın varlığı içimi ferahlatıyor. Sık sık, iniş yolundaki ziyaretçilerle selamlaşıyoruz. “Az kaldı, sakın yılmayın, yukarısı muhteşem”, diyorlar. Rüzgarın da ziyaretçileri desteklediğini düşünüyorum. İnanır mısınız bilmem ama bir aralık rüzgarın yön değiştirip ufak ufak bizi sırtımızdan ittiğini, dik basamaklardaki yürüyüşümüzü kolaylaştırdığını hissettim. Yavaş yavaş nefesimiz de düzeldi. Ve mutlu son! Doruk noktasına adım attık.
İşte burası, Kral I. Antiochos'un uzun uzun hayalinde canlandırdığı, babası Kral I. Mithradates ile birlikte planlayıp inşa ettirdikleri “tanrılar katı”. Bende tezahür eden duyguyu size sadece şöyle ifade edebilirim: Ölümsüzlük temalı bir masalın parçası olmak böyle bir his olsa gerek. Yorucu yolu unuttum, bacaklarım eskisinden daha güçlü, sert rüzgara rağmen hiç üşümüyorum, gülümseyerek etrafa bakıyorum. İşte bu bir hayalin gerçekleştiği an!
Düşünün, bir kralın farklı kültürler, dinler ve siyasetler arası "uzlaşmacı duruşu" ile gücünün sembolü olarak ülkesinin topraklarındaki en stratejik noktaya inşa ettiği bu efsane eser, yüzyıllar sonra bile müthiş bir etkiyle sarıyor bizi. Nemrut Dağı doruğundaki bu kalıntılar, yerleşim yeri olmayıp, Kommagene Kralı I. Antiochos Epiphanes'e ait tümülüs ve kutsal alanlar. Tümülüs 50 metre yüksekliğinde ve 150 metre çapında, tamamen kırılmış taşlarla örtülü. Antiochos'un kemiklerinin ya da küllerinin ana kayaya oyulmuş bir odada olduğu düşünülüyor. Doğu, batı ve kuzey bölgelerde dini törenlerin yapıldığı teras şeklinde avlular yer alıyor. Bu teraslarda, tümülüse arkalarını dönmüş şekilde heykeller sıralanıyor. Doğu terasında, dev heykellerin kafaları öne yuvarlandığından dolayı ayrı olarak yerde duruyorlar. Gövdeler ise 1o metre kadar yüksekte olup koltukta oturmaktalar. Burada Apollon, Mithra, Helios, Hermes, Kommagene'nin bereket tanrıçası Tyche Fortuna, baş tanrı Zeus, Oromasdes, Kral Antiochos, Herakles ve Ares heykelleri görülüyor. İki başta da kartal ve aslan heykelleri bulunuyor.
Batı terasında da aynı sırayla dizilmiş olan heykellerin başları günümüze daha az tahribatla ulaşmış durumdalar. Terasın yan kısmında bir çok kaya kabartması yer alıyor. Bunların çoğu Kral'ı Tanrılarla el sıkışırken gösteriyor. Ayrıca, bu kutsal alan anıtının “kuruluş horoskopu” olarak yorumlanan aslan kabartmalı taş lehva en dikkat çekici kalıntılardan biri: Sağa doğru dönerek yürüyen bir arslan, göğsünde hilal şeklinde bir ay taşıyor ve kabartma üzerine toplam 19 adet yıldız işlenmiş.
Günümüzden çok uzun yıllar önce, kendi toprakları içindeki en yüksek dağın doruğunda muhteşem bir mezar anıtı yaptıran Kommagene Kralı, antik dünyanın o zamana kadarki en büyük eserine imza atmış. Burası, dönemin inanışa göre “Tanrıların Göksel Tahtı”. Pers ve Hellen tanrılarının heykellerinin yanyana yer aldığı bu eşsiz miras, 2150 metre yükseklikte Doğu ve Batı kültürünü biraraya getiriyor. Zamanının çok ötesinde bir düşüncenin ürünü... Ölümsüzlüğün başka bir boyutu da bu sanırım.
Akşam saatlerinde, mutlu ama yorgun adımlarla gezimizi tamamlıyor ve şehir merkezine dönüyoruz. O büyülü atmosferi siz de benimle birlikte hayal edin istedim. Umarım başarabilmişimdir. Yazımı okudukça, “yahu oraya kadar gittin de şunu görmedin mi?. bunu tatmadın mı?” diyenlerin sesini duyar gibiyim. Bu seferlik böyle oldu. Onlar da başka bir yolculuğa ilham olsunlar...
Unutmadan, bu uzun yol hikayesi henüz sonlanmadı. Devamı, pek yakında yayında olacak.
Takipte kalın!